18 Şubat 2009 Çarşamba

Gazanfer Özcan'ın Ardından


M.NİHAT MALKOÇ

Siyah beyaz filmlerden bugünlere kadar yüzlerce filmde ve dizide rol alan Türk tiyatrosunun usta oyuncusu Gazanfer Özcan sessiz sedasız ayrıldı aramızdan. Dizilerin bugünkü gibi ayağa düşmediği zamanlarda ‘Kuruntu Ailesi’nin Hüsnü Kuruntu’su, hepimizin severek izlediği bir başrol oyuncusuydu. O, son yıllarda “Avrupa Yakası”nda ‘Tahsin Bey’ rolünde diziye renk katıyordu. Yaptığı esprilerle izleyenleri gülmekten kırıp geçiriyordu.

27 Ocak 1931’de İstanbul’da doğan Gazanfer Özcan’ın kalbi 17 Şubat 2009 tarihinde durdu. İlkokulu İstanbul’da Cihangir Firuzağa İlkokulu’nda, ortaokulu Beyoğlu Ortaokulu’nda, liseyi ise Vefa Lisesi’nde okuyan Gazanfer Özcan, tiyatroyla lise yıllarında tanışmıştı. Vefa Lisesi’nde “Hisse-i Şayia” adlı bir oyunda oynamıştı. Bu oyunda “Bican Efendi” rolüyle tiyatroya ‘merhaba’ diyen Gazanfer Özcan, Avrupa Yakası’ndaki “Tahsin Bey” rolüyle uzun yıllar süren tiyatro, sinema ve dizi oyunculuğuna son noktayı koydu.

Merhum Gazanfer Özcan uzun süre ara verdiği sinema oyunculuğuna 2000 yılında “Komiser Şekspir” adlı sinema filmiyle tekrar dönmüştü. O, ilerleyen yaşına rağmen oyunculuktan hiç kopmadı. Ömrünün son demine kadar sahnelerin ve setlerin tozunu yuttu. 78 yaşındaki bir oyuncunun hiç bıkmadan kamera karşısına geçmesi ender rastlanan durumlardandır. O, bu işi çok sevdiği için tiyatrosuz ve sinemasız yapamıyordu. Ekranlar ona hayat veriyordu. Tiyatroda seyircinin alkışları onun ruhunun gıdasıydı, ondan besleniyordu.

Bizler Gazanfer Özcan’ın filmleriyle, dizileriyle, tiyatrolarıyla büyüdük. O bizim ailemizden biriydi sanki. Yanımızda ve çok yakınımızdaydı. Onun babacan tavırları ve komiklikleri gözlerimizin önünden gitmiyor bir türlü. Gönül soframızda ona her zaman yer vardı. Genellikle “Baba” rolünde oynardı dizlerde. Güldürürken ciddi mesajlar da verirdi.

Merhum Gazanfer Özcan’ın oynadığı tiyatrolar, filmler ve diziler büyük bir yekûn teşkil etmektedir. O bir sanat işçisiydi. Büyük bir vakarla ve ciddiyetle işini yapıyordu. Gazanfer Özcan’ın oynadığı filmler arasında şunları sayabiliriz: “İngiliz Kemal, Lawrence’e Karşı (1952), Çeto Salak Milyoner (1953), Fındıkçı Gelin (1954), Aramızda Yaşayamazsın (1954), Şimal Yıldızı (1954), Allı Yemeni (1958), Sevdalı Gelin (1959), Garipler Sokağı (1959), Biz İnsan Değil Miyiz (1961), İki Damla Gözyaşı (1961), Utanmaz Adam (1961), Naciye’m (1961), Minnoş (1961), Yedi Günlük Aşk (1961), Külkedisi (1961), Damat Beyefendi (1962), Şaka Yapma (1962), Avare Şoför (1963), Vur Patlasın Çal Oynasın (1970), Çılgın Yenge (1971), Televizyon Çocuğu (1975), Tokmak Nuri (1975), Ah Nerede Vah Nerede (1975), Dam Üstüne Çul Serelim (1975), Burnumu Keser Misiniz? (1992), Komiser Şekspir (2000), Keloğlan Kara Prens’e Karşı (2005), Beyaz Melek (2007)”…

1962’de kendisi gibi oyuncu olan Gönül Ülkü’yle evlenen Gazanfer Özcan, ilk iş olarak “Gönül Ülkü-Gazanfer Özcan Tiyatrosu”nu kurmuştu. Bu tiyatroyu büyük bir fedakârlıkla ve özenle bir çocuk gibi büyüterek bugünlere getirmişti.

Hayatını tiyatro ve sinemaya adayan Gazanfer Özcan, büyük küçük herkes tarafından seviliyordu. 1998 yılında kendisine “Devlet Sanatçısı” unvanı verilmişti. Bu yerinde bir karardı. Marifet iltifata tabiydi. O da iltifat görmüş, bu onun enerjisini daha da artırmıştı.

Sahne hayatının altmış yılını geride bırakan Gazanfer Özcan, tiyatroyu ve genel anlamda oyunculuğu bir yaşam biçimi olarak kabul etmişti. O, Türk tiyatrosunun duayenlerindendi. Komedi oynarken bile iş disiplinini ve ciddiyetini korurdu. Çünkü seyirciye büyük saygısı vardı. Yaptığı işin hakkını fazlasıyla veriyordu. Rolünü yaşayarak oynuyordu.

Gazanfer Özcan, nesi varsa tiyatro uğrunda harcamıştı. Mazbut bir hayat yaşamıştı. Paranın ve zenginliğin peşinde değil, sanatın peşinde koşmuştu. O şimdi aramızdan ayrıldı; tabir caizse perdeyi kapattı. Fakat arkasında beş yüz bin lira borç bıraktı. Fakat bu borç; kumar borcu değil, sanata yapılan yatırımın vergi borcu; tiyatrosunun ödeyemediği vergi borcu… Büyük oyuncuya Allah rahmet eylesin. Filmleri yayınlandıkça o hep hatırlanacak…

Bahtiyar Vahabzade’nin Ardından




M.NİHAT MALKOÇ

Türk dünyası edebiyat çınarının yaprakları bir bir dökülüyor. Kırgız yazar Cengiz Aytmatov’dan sonra Türk dünyasının medar-ı iftiharı Bahtiyar Vahabzade de göçtü dünyadan. O, Azerbaycan’ın özgürlük timsaliydi. Şairdi, yazardı, düşünürdü, siyasetçiydi. O, Türkçenin yaşayan en büyük şairiydi. Onu Türkiye çok iyi tanıyor ve derin bir muhabbetle seviyordu. Azerbaycan’ın hürriyet mücadelesine öncülük eden isimlerin başında geliyordu. Bundan dolayı ülkesinde istiklal nişanıyla ödüllendirilmişti. Azerbaycan’da ‘Halk Şairi’ unvanıyla anılıyordu. O, Azerbaycan’ın ve Türk dünyasının ses bayrağıydı. Ona dair sevgimi ve ölümünden duyduğum tarifsiz üzüntümü kalemime mürekkep yapıp mısralara gömdüm:

“Şeki’de doğan güneş Bakü ufkunda battı
Bahtiyar yürekleri bu son beste kanattı

İnsanlığa duyurdu vicdanların sesini
Terennüm eylemekte sonsuzluk bestesini

Özgürlük savaşında saçlarına ak düştü
Masmavi gökler mahzun çınardan yaprak düştü

Göçtü dar-ı bekaya Bahtiyar Vahabzade
Söz mülkünden hazine miras bıraktı bize

Azık ettik yüreğe gamı, kederi, yası
Şiirin sultanına ağlasın Türk dünyası

Böyle mümtaz şahsiyet dünyaya gelir ender
Nadirdi çağımızda onun gibi kalender

Seksen dört yıl boyunca diri yaşadı diri
Bir ayağı geçmişte, gelecekteydi biri

Yolculuğa çıkarken ardında koydu hüzün
Vakitsiz battı güneş, gök karardı gündüzün

Asrın Dede Korkut’u binerken tahta ata
Aldanmadı dünyaya, son verdi saltanata

İndirdi omuzundan ömrün ağır yükünü
Köprü kurdu maziye unutmadı kökünü”

Vahabzade için ne yazılsa, ne denilse azdır. Onun destanlaşan mücadelesini, engin ruhunu sınırlı kelimelerle anlatmak kabil değildir. O, Türk dünyasının bülbülüydü. Karabağ’ın yanık sesiydi. Ömrü boyunca gülün peşinde koştu, şakıdı durdu. Onun çağlayanlar misali şiir olup akan yüreği artık pırpır etmiyor. Bu yüzden Türk dünyası mahzun… O, yeri gelince bir kartal, yeri gelince bir barış güvercini oldu. Öfkesini ve sevgisini hiçbir zaman içine hapsetmedi. Onun şiir bahçesi son nefesine dek kurumadı. En nadide söz çiçekleri bu bahçede açtı. Bu çiçeklerin kokusu Azerbaycan’dan Türkiye’ye kadar yayıldı. Türk milletine aşk derecesinde bağlı olan bu aksakalın söz vadisinde bıraktığı boşluğu doldurabilecek kimseler yoktur sanırım. Bizler onun evlatları olarak mahzunuz, yaralıyız. Takdir-i ilâhinin tecellisi olarak âlim sonsuz âleme rücu eyledi. Allah rahmet eylesin. Güle güle büyük Usta, güle güle!


9 Şubat 2009 Pazartesi

Kansere Gülümsemek Yahut Sibel Kalaycı’nın Ardından...




M.NİHAT MALKOÇ

Kanser, çağımızın kâbusu olmaya devam ediyor. Son yıllarda özellikle Doğu Karadeniz Bölgesi’nde gerçekleşen kanser kaynaklı ölümler bütün dikkatleri Çernobil kazasına yöneltiyor. Zira bugüne kadar nice insan kansere kurban gitti bu bölgede. Kazım Koyuncu, Erkan Ocaklı ve Osman Yağmurdereli gibi kamuoyunun yakından tanıdığı isimler kanserden dolayı hayatlarını kaybettiler. Devlet yetkilileri aksini söylese de, Çernobil can almaya devam ediyor. Kanserin son kurbanı, sekiz yıldan beri bu hastalıkla mücadele eden ve her şeye rağmen kansere gülümseyen gazeteci Sibel Kalaycı oldu. Kanser, geleceğin düşlerini gören değerli bir kardeşimizi daha aramızdan ayırdı. Kalem tutan eller kara toprağa değdi.

Gazeteci Sibel Kalaycı 34 yaşında hayat dolu bir kızdı. Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’ni bitirmişti. Geleceğe yönelik hayalleri vardı. Sibel Kalaycı bundan sekiz yıl evvel meme kanserine yakalanmıştı. Sekiz yıldan beri bu hastalıkla mücadele ediyordu. Fakat ne yazık ki o da kansere karşı verdiği büyük mücadeleyi kaybetti. Kansere karşı mücadelede Türkiye’nin sembolü olan Kalaycı, bu hastalığın pençesine düşenlere moral veriyordu hep... Çektiği onca sıkıntıya rağmen hayata dört elle sarılıyor, adeta kansere gülümsüyordu. “Kansere gülümsemek” ifadesi ona aitti. Bu isimde bir de kitap kaleme almıştı. Bunun yanında “Sibel’in Günlüğü” ve “Hüzün Mevsiminde Aşk” isimli iki kitabı daha yayımlandı.

Sibel Kalaycı, kanserli hastaların dili ve eliydi. Onun aldığı her nefes kanser hastaları için bir umut ve moral kaynağıydı. Kanserle ilgili yaşadıklarını sıcağı sıcağına kader arkadaşlarıyla paylaşıyordu. Hastalığı boyunca yazı yazmaya devam etti. Gördüklerini, duyduklarını ve hissettiklerini anlattı gazetelerde ve internet ortamında. Sarı basın kartı sahibi olan Kalaycı, Türkiye Gazeteciler Sendikası ve Türkiye Gazeteciler Cemiyeti üyesiydi.

Merhum Sibel Kalaycı, çevresi tarafından daima çok sevildi. O, en korkunç hastalık olan kanserle alay edecek kadar cesur ve nüktedandı. Çektiği acılara rağmen çevresine sürekli pozitif enerji saçıyordu. Bir kısım endişeleri olsa da hastalığını yeneceğine inanıyordu; daha doğrusu inanmak istiyordu. Zira yaşanacak güzel günlerin hayali onu hayata bağlıyordu.

Kanser herkesin korkulu rüyası, daha doğrusu kâbusu… Bir yerimiz ağrıyınca hep o kötü hastalık geçiyor zihnimizden. “Acaba” sözcüğüyle başlıyor bütün cümleler… Sibel Kalaycı da ilk günlerde bu duyguları yaşadı belki… Fakat Sibel, kanserle barışık yaşamasını bildi. Suratını asmadı hiç; ziyaretçilerini güler yüzle karşıladı ve uğurladı. Yaşama sarıldı. O, son yazısında, adından bile ürkülen hastalığıyla alay ediyor: “Hani, tümörlerim sanki Everest Tepesi ile yarışa girişmişler gibi, büyümüşler de büyümüşler, büyümüşler de büyümüşlerdi ya. Gerçi büyümelerine lafım yok ama hiç olmazsa çevre organlara zarar vermesinler değil mi? Ya da madem zarar veriyorlar, bir tabela assınlar: “İç organlara verdiğimiz rahatsızlıktan ötürü özür dileriz. “Yok, ama illa kabalık yapacak edepsiz tümörlerim.” Acı ve gülümseme…

Sibel Kalaycı son nefesini verene kadar büyük zorluklara göğüs gerdi. Dostlarının ve yakın çevresinin ilgisi onu ayakta tuttu, sevgiyi koltuk değneği yaptı kendisine. Bir yazısında ölüm meleğini gördüğünü söyleyerek onu da ti’ye alıyordu: “Yakınlarda, güç bela uykuya dalabildiğim gecelerden birinde kâbusumda gördüm ölüm meleğini… Azrail pek bir feci öfkeliydi. Sanki ‘-Yeter artık, seni almak için kaç kez onca yolu tepiyorum, her defasında, biraz daha zaman istiyorsun, bıktım artık senden’ der gibi… Korkuyorum, hemen lambayı açmak için ayağa kalkıyorum ki, beni fırlatıp yatağıma fırlatıyor. Yeniden lambayı açmaya yöneliyorum. İzin vermiyor. Yine dua ediyorum: -Allah’ım, biraz daha yaşamam için bana izin ver, diyorum. Azrail ortadan kayboluyor. Kalkıp lambayı yakıyorum. Ohh be, dünya varmış… Tamam, Azrail de bir melek ama ölüm meleği sonuçta, üstelik de çok öfkeli…”

Kaderden kaçılmıyor işte... O da alınyazısından kaçamadı. Türkiye onun gülen yüzünü hiç unutmayacak. O, en zor zamanlarında kaleme aldığı umut kitaplarıyla hep bilinecek ve hatırlanacak. Keşke yaşasaydı ve yazılarıyla ışık olsaydı karanlıklara. Allah rahmet eylesin.