12 Aralık 2008 Cuma

Serpil Karaosmanoğlu'nun Ardından

M.NİHAT MALKOÇ

Ölüm bayram seyran dinlemiyor. Ömrü bitenin defteri dürülüyor. ‘Daha yapacak çok işlerim var, ne olur ölüm vaktini biraz tehir eyle’ diyemiyorsunuz Azrail’e. Geçtiğimiz günlerde herkes bayram yaparken bir ruh daha fena âleminden beka âlemine göç eyledi. Ölüm bir yüreği daha susturdu. Trabzon’da uzun yıllardan beri yazma çalışmalarını sürdüren, kaleme ve kâğıda adeta sevdalı olan bir bayan yazarımızı kaybettik. Bayramın ikinci günü dostlarına bir elveda bile diyemeden sessizce aramızdan ayrılan Serpil Karaosmanoğlu’ndan söz ediyorum. Bayram sevincine gölge düşüren, bir evi hüzne boğan bu acı, ölüm gerçeğini bir kez daha önümüze dikti. Onu tanıyanlar acılara boğuldu, tanımayanlar da üzüldü şüphesiz.

Genç denebilecek bir yaşta(62 yaşında), yazma aşkıyla doluyken aramızdan ayrılan merhum Serpil Hanım’la aynı gazetede, Hizmet gazetesinde yazıyorduk uzun yıllardan beri. Onun daha çok hikâye ve romanları bölüm bölüm yayınlanıyordu Hizmet gazetesinde. Daha sonra bu öyküler “Yemen Güneşi” adı altında iki kapak arasına alındı. “Yemen Güneşi” benim de kütüphanemi süsleyen kitaplardan biriydi. Üç kızı vardı Serpil Hanım’ın. “Yemen Güneşi” kitabını bu evlatlarına ithaf etmişti. Evlatlarından sonra kitapları geliyordu. Kitaplarına, bir evlat kadar olmasa da, çok değer veriyordu. “Yemen Güneşi” adlı kitabı aslında iki farklı eseri ihtiva ediyordu. Yani “Yemen Güneşi” ve “ O Yeşil Tepeler” adıyla iki kitap bir arada yayınlanmıştı. Demek ki mevcut imkânlar ancak buna elvermişti. Kitabının arka sayfasındaki ‘Hasret’ adlı şiirinde Trabzon’a duyduğu derin sevgiyi satırlara dökmüştü:

“Serin sularından kana kana içtiğim
Uzun sokağından yıllarca geçtiğim
Dünyada seni birinci il seçtiğim
Benim zümrüt yeşili can Trabzon’um”

Merhum Serpil Karaosmanoğlu “Yemen Güneşi” adlı kitabının Önsöz’ünde hayatına dair notlara da yer veriyordu. İşte bu notlardan bazıları şunlar: “Trabzon’da sırtını Boztepe’ye dayamış, eski adıyla Arafilboyu(Esentepe) Mahallesi’nde etrafı yüksek taş duvarlarla çevrili, iki katlı, beyaz boyalı, dört bir yanı çiçek ve meyve ağaçlarıyla dolu bir evde doğdum. O güzel bahçemizde neler yoktu ki?... Çiçeğinden meyvesine, çeşit çeşit hayvanlara dek… Sokak kapı üstü, hanımeliyle sarılı olan bahçemizde, mis gibi kokan leylaklar, sümbüller, , şebboylar, kasımpatılar ve de bahar dalları, kapımızın iki yanını süsleyen, etrafa harika kokular veren beyaz zambaklar, limon çiçekleri ve o muhteşem laleler…”

Serpil Hanım yazmayı çok seven, adeta hayat tarzı olarak gören kalem dostu bir insandı. O yazmayı bir terapi olarak görüyordu. Sorunlarını yazarak, okurlarıyla paylaşarak azaltıyordu. Gördüklerini, duyduklarını, duygu ve düşüncelerini paylaşmaktan zevk alıyordu. Bir şeyler ortaya koymak, üretmek ona ayrı bir haz veriyordu. Sürekli okuyup yenileniyordu.

Uzun yıllar ilkokul öğretmenliği yaptıktan sonra lisans tamamlama programına katılarak Sosyal Bilgiler Öğretmeni olan Serpil Karaosmanoğlu, toplumsal eğitime çok önem vermiş, fırsat buldukça insanlara bir şeyler öğretme gayreti içerisinde olmuştur. Onun ilk eseri ‘Kır Çiçeklerim’ adını taşıyan şiir kitabıdır. ‘Gerçek Yaşam Öyküleri’ edebiyat alanında verdiği ürünlerin ikincisidir. Bu kitaptaki altı öykü kurgu değil, hepsi gerçek hayatta da yaşanmıştır. “Ganita’dan Zigana’ya” adlı kitabı 2002 yılında basılmıştır. Bu eserde 1900–1960 yılları arasında yaşanmış gerçek yaşam öyküleri vardır. Bu öykülerin dördü yazarın başından geçmiş olaylardan esinlenerek kaleme alınmıştır. Hizmet gazetesinde de yayınlanan ‘Yemen Güneşi’, Yemen Harbinde yaşananları kapsamaktadır. “O Yeşil Tepeler” de Cumhuriyetin ilk yıllarında annesini ve babasını kaybeden üç yetim çocuğun öyküsü anlatılmaktadır. Yine Hizmet gazetesinde tefrika edilen, henüz kitap halinde yayınlanamayan “Haminne’min Osman’ı” 1925’li yıllarda yaşayan toy bir delikanlının hayatını anlatmaktadır.

Ebediyete göçen Serpil Hanım’a Allah’tan rahmet, yakınlarına başsağlığı diliyorum.

16 Kasım 2008 Pazar

Kesişen Acı Kaderler




M.NİHAT MALKOÇ

Üç fidan kurudu gönül bahçelerinde. Üçü de çok sevildi. Arkalarından sular seller gibi gözyaşları döküldü. Tabutları on binlerin omuzlarında yükseldi. Halk akın akın cenazelerine koştu. Üçü de Karadenizliydi, üçü de müzik yapıyordu. Üçü de taze bedenleriyle girdiler kara toprağa. Hiçbirinin yüzünün buruşmasına, saçlarının ağarmasına, gözlerinin altında mor halkalar oluşmasına fırsat vermedi zaman. Toprak onları bir anne şefkatiyle kucağına aldı. Geride anneler, babalar, acılı eşler, hayranlar, yetim ve öksüz evlatlar bıraktılar. Üçünün de sazları ve sözleri yetim kaldı. Karadeniz onların acısıyla iyice hırçınlaştı. Gökler toprağa boşaldı ağlarcasına. Üçünün de ölüm sebebi aynıydı: Kanser, kanser, kanser!.... Bunlardan biri Kazım Koyuncu, öteki Osman Yağmurdereli ve sonuncusu da Erkan Ocaklı’ydı.

“Hey gidi Karadeniz/Doldu da taşamadı/ Etmiyelum sevdaluk/ Edenler yaşamadı” deyip çekip gitti Kazım Koyuncu… Kendisi daha çok Laz müziği yapıyordu. Artvinli bir aileden geliyordu. “Zuğaşi Berepe” grubunun kurucusu ve beyniydi Kazım Koyuncu… Lazca-rock yapıyorlardı. Daha sonra Gülbeyaz ve Sultan Makamı dizilerine yaptığı özgün müzikler çok beğenildi. Karadeniz ezgileri bestelerinde bütün ihtişamıyla yerini aldı. “Beni radyasyon değil, Türkiye’deki sistem kanser etti” sözü aslında çok derin anlamlar içeriyordu. O, toplum adamı idi. Sosyal meselelere duyarlıydı. İyi bir çevreciydi aynı zamanda. Trabzonspor’a gönül veren bir insandı. Hırslı ve mücadeleci bir karaktere sahipti.

2005 Haziran’ının 27’sinde uğurlamıştık Kazım Koyuncu’yu… 33 yaşında ayrılmıştı aramızdan. Cahit Sıtkı Tarancı’nın “Otuz Beş Yaş” şiirinde sözünü ettiği ömrün yarısı bile değil. O, üç yılı aşkın bir zamandan beri aramızda yok. Onun eksikliğini çok hissediyoruz. Bir türküsünde “Koyverdun gittun beni” diyordu. Fakat aslında o bizi koyverdi gitti bu fani dünyadan. Ölümsüzlüğe uğurlandı sevenleri tarafından. Doğduğu topraklar bağrına bastı onu.

Çernobil nerde bir Karadeniz sanatçısı varsa koparıp aldı aramızdan. Yıllarını müziğe ve genel anlamda sanata adayan bir başka Karadenizli, Trabzonlu sanatçıyı da kanser illeti aldı aramızdan. Osman Yağmurdereli’den söz ediyorum. Yağmurdereli hoşgörülüydü, güler yüzlüydü, sabırlıydı, çalışkandı, alçakgönüllüydü, hayırseverdi, yüreği insan sevgisiyle doluydu. Mütebessim bir yüzü vardı. Tombul görüntüsü onu halk nezdinde daha sempatik kılıyordu. İnsan ilişkileri çok iyiydi. Gülmesini ve insanları güldürmesini çok severdi. Babası siyasetle uğraşmıştı yıllarca. Parti başkanlığından milletvekilliğine kadar yükselmişti. O da babasının yolundan gitmeyi yeğledi. AKP’den aday oldu ve kazandı. Fakat işler hep düz gitmiyor hayatta. Milletvekili koltuğunu ısıtmadan, o heyecanı doya doya yaşayamadan henüz 55 yaşında aramızdan ayrıldı. O şimdi Aşiyan Mezarlığı’nda kıyamet sabahını beklemektedir.

Karadeniz’in müzik tahtını ellerinde tutan bu iki ismin acısı henüz dinmemişken Erkan Ocaklı’nın kanser olduğu haberini aldık. Bir anda yağ gibi erimişti Ocaklı. Kanser kolunu kanadını kırmıştı. Her geçen gün dünyadan biraz daha uzaklaşıyordu. Ve sonunda film koptu.

Karadeniz müziği bir duayenini daha kaybetti. “Oy Emine, Almanya Acı Vatan, Hapishane İçinde, Armut Dalda Asilsun, Nataşa, Rize Güzel Memleket, Ula Ula Niyazi, Mısırı Kuruttun mi, Maçka Yolları Taşlı” türküleri yetim kaldı şimdi. Beylik laf olsun diye söylemiyorum ama şu bir gerçek ki böyle sanatçılar çok az geliyor dünyaya. Kolay yetişmiyor Erkan Ocaklılar… O, 38. sanat yılında aramızdan ayrıldı. Ölene kadar müziğe devam etme konusunda kararlıydı. Öyle de oldu. Müziği hiç bırakmadı, sazı ve sözü hayatının ayrılmaz bir parçası oldu. O, yüzlerce parça bıraktı arkasında. Müziğin efendileri ona bir klip çekmeyi bile çok gördü. Orasını burasını açıp karga sesiyle arz-ı endam edenlerin peşinde koştu kameralar. Fakat Ocaklı gibi gerçek sanatçılar hep nisyan bulutları arasında günlerce vefa beklediler.

Karadeniz’in güzel insanları, Çernobil kurbanları Kazım Koyuncu, Osman Yağmurdereli ve Erkan Ocaklı yok artık aramızda. Kim bilir belki orada buluşup bundan sonraki kanser kurbanını bekliyorlardır. Allah hepsine rahmet eylesin. Nur içinde yatsınlar.


"Hakkını Helal Eyle Daha Dönmeyeceğum"


M.NİHAT MALKOÇ

Bir büyük ses daha boşluğa düştü, zaman değirmeni onu da öğüttü. Türkülerini gönül heybesine doldurup genç denebilecek bir yaşta(59) bilinen meçhule yol aldı. Karadeniz’in müzik üstadı, Karadenizlinin yürek sesi, gençliğimizi türküleriyle geçirdiğimiz Erkan Ocaklı’dan bahsediyorum.“Ağla gozlerum ağla/Ben da ağlayacağum/Senun acilaruna nasil dayanacağum” diyordu bir güzel türküsünde. Bizler onun bıraktığı boşluğu nasıl dolduracağız şimdi? Hüzünlüyüz bu yüzden, çok hüzünlüyüz. Bu yazıyı yazarken hüzün mürekkebim oldu.

O, büyük bir sesti. Karadeniz’in gelmiş geçmiş en büyük türkücüsüydü. Biz onu yaşarken anlayamadık, kıymetini bilemedik. O; sesiyle, sözüyle, beyefendi kişiliğiyle yaşadığı zamana mührünü vurdu. Onu ekrana çıkarmayanlar, sesini görmezden gelenler kına yaksın.

Onun türkülerinde hep bir hüzün vardı. Ölüm, Ocaklı’nın türkülerinin vazgeçilmez temasıydı. Pek çok türküsünde ölüm acısını sözlere ve bestelere dökmüştü. “Bu kara topraklarda ah sen yatacak mıydın?/Gönlüme doğan güneş ah sen batacak mıydın?/Ezanlar bizim için okunuyor sevgilim/Gözyaşım mezarına dökülüyor sevgilim” diyordu bir türküsünde. Türküyü söylerken o duyguları yaşıyordu adeta. Öyle ki acıdan iç çekiyordu.

Bir sonbahar hüznüyle aramızdan ayrıldı Erkan Ocaklı. Arkasında büyük bir türkü arşivi, beste mirası bırakarak… Şimdi gönlümüze düşen albümlerde solgun bir resim olarak kaldı silueti. Onun gür sesini, duyması gerekenler ne sağlığında ne de hastalığında duydu. Bir zamanlar müzik tekelini elinde tutanlar onu görmezden geldiler. Önüne engeller koydular.

Yetmişli yıllarda müzik hayatına atılan Ocaklı ‘Misiri Kuruttun mi?, Ula Ula Niyazi, Maçka Yollari Taşli’ gibi Karadeniz klasiklerine imza atmıştı. Bu türküler her yerde, her sanatçı tarafından söylenir olmuştu. O dönemlerde Trabzonspor futbolda, Erkan Ocaklı ise müzikte Anadolu ihtilalini yapmıştı. Kem gözler bunları kıskandı, görmezden geldi.

Aslen Arhavili olan, çocukluğu Maçka’da geçen Ocaklı çok gayretli ve üretken bir sanatçıydı. Ormancı bir babanın çocuğuydu. En büyük ideali doktor olmaktı. İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi’ni bitirmişti. Müziği çok sevdiği için o alana kaydı. Çocukluğundan beri bağlama çalardı. Karadeniz müziğine bağlamayı sokan kişidir o… Hatta bu yüzden çok da eleştirilmiştir. Yaptığı plak ve albümlerin sayısını kendisi bile bilmezdi. Albümlerinin sayısı kırkın üzerindedir. 300’ün üzerinde birbirinden güzel bestesi vardır. Bunlarla birlikte altı tane filmde de oynamıştı. İki kere evlenmişti. İki çocuğu vardı.

O, türkülerinde evrensel barış mesajları vermiştir hep. Dostluk, kardeşlik ve sevgiden yana olmuştur daima. İnsanı, sevginin en ileri derecesi olan aşkın yaşattığına inanan bir kişiydi kendisi. Ondan sonraki yıllarda yeni yetme sanatçılar müziğe pek bir şey ver(e)mediler. Üstelik ses kirliliği oluşturdular. Köklü değerler sisler altında görülmez, duyulmaz oldu. Değerlerimizi kısa zamanda tükettik. Erkan Ocaklı da unutturuldu bizlere.

Çağın kâbusu kanser değerlerimizi ve değerlilerimizi koparıyor hayattan. Kazım Koyuncu’dan sonra Erkan Ocaklı da ayrıldı aramızdan. Acaba bundan sonra sırada kimler var? Olanlara kader mi diyelim bilmem. Kanser Karadeniz’in ve Karadenizlinin yakasını ne zaman bırakacak? Çernobil sonrası Karadeniz ölüm tarlasına döndü. Ölüm sebebi tek: Kanser.

Uzun süren hastalığının ardından 59 yaşında aramızdan ayrılan Ocaklı, geçen sene 40. sanat yılını, muhteşem bir geceyle kutlamıştı. Gecenin sunuculuğunu, bir süre önce vefat eden sanatçı Osman Yağmurdereli yapmıştı. Şimdi ikisi de yok aramızda. Onların yokluğu hep hissedilecek. Trabzonlular Ocaklı’nın mirasına sahip çıkacak; adını sonsuza dek yaşatacak.

“Senun acilarunlan daha gulmeyeceğum/Hakkını helal eyle daha dönmeyeceğum” diyordu bir türküsünde. Sanki helallik alıyordu. Şimdi bizler bu nakaratın ilk dizesini terennüm ediyoruz. Ocaklı’nın o güleç yüzünü çok özleyeceğiz. O, Karacaahmet’te servilerin altında sonsuz uykusuna dalacak. Trabzon hasretini yudum yudum çekecek içine. O ölse de geride bıraktığı eşsiz besteler onun adını yaşatacak. Allah rahmet eylesin. Güle güle git!…

10 Kasım 2008 Pazartesi

Şükrü Elçin'in Ardından


M.NİHAT MALKOÇ

Hep aynı sitem, hep aynı terane… Değerlerimizin değerini bilmiyoruz. Bu vefasızlık, bu kıymet bilmezlik devam ettikçe bu bozuk plak da çalıp duracak elbette. Hayatımız çamura batmış, kurtulacak yerde çırpındıkça daha da batıyoruz. Görsel ve yazılı medya habbeyi kubbe yapıyor, her gün abesle iştigal ediyor. Gazetelerde ciddi haber bulmak ne mümkün… Gazeteler eğitmiyor, öğretmiyor, dikte ediyor. Hayatımız ucuz, alelade magazine batmış. Yazık olsun o gazeteler için harcanan kâğıtlara. Yazık olsun o kâğıtları elde etmek için kesilen ağaçlara… Zira o gazetelerin ömrü birkaç dakikalık oluyor. Oysa gazete dediğin dolu dolu olmalı, milletinin değerleriyle beslenmeli, gün boyunca okunabilmeli…

Basına bu sitemim, değerlerimize sırtını dönmüş olmasındandır. Türk kültürünün, Türk edebiyatının çınarları ölüyor, fakat çoğu gazete ve görsel medya aracı bunları haber bile yapmıyor; haber yapanlar da iş savma kabilinden öyle kısaca değinip geçiyor. Filan artistin/aktristin sevgilisiyle küs olması, şöhretli bir kişinin boşanmanın hangi celsesinde olduğu, kimin sevgilisine ne hediye aldığı, kimin kiminle yakalandığı, kimin kimi aldattığı, kimin elinin kimin cebinde olduğu haberleri medyamızda nerdeyse tam sayfa veriliyor.

27 Ekim 2008’de, 96 yaşında ebedî âleme göçen Prof. Dr. Şükrü Elçin’le ilgili gazetelerde ne yazmış, görsel medyada neler söylenmiş diye merak ettim. Fakat keşke merak etmeseydin. Zira birkaç gazete ve birkaç kültür sanat sitesi dışında merhumdan bahseden bir yayın organına rastlayamadım. Halk edebiyatı alanında birçok eseri bulunan, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü’nün 30 yıl başkanlığını yapan Prof. Dr. Elçin, Türk Kültürü dergisini önce yazı işleri müdürü olarak, daha sonra imtiyaz sahibi olarak yayınlamıştı. Çok kıymetli ve zengin içerikli bu derginin onlarca sayısı kütüphanemde bulunmaktadır.

Şükrü Elçin kültür hayatımız ve edebiyatımız için çok mühim bir simaydı. Onun kültür hayatımıza kazandırdığı eserlerin adlarını sıralamaya kalksak sayfalarımız yetersiz kalır. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü 1939 yılında bitiren Elçin, Hacettepe Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nün de kurucusuydu. Halk edebiyatı ondan sorulurdu. Bu alanda çok kıymetli eserler kaleme almıştır. “Türk Halk Edebiyatına Giriş” adlı eseri, benim olduğu gibi, bu alanla ilgilenen herkesin başucu kitabıdır. Bu eseri 1984 yılında Türkiye İş Bankası Halk Bilim Büyük Ödülü’nü kazanmıştır.

Merhum Şükrü Elçin, Balkan kökenli bir aileden geliyordu. 1912 senesinde Batı Trakya’da dünyaya gözlerini açmıştı. Pek çok insan gibi o da edebiyata şiirle başlamıştı. İlk kitabı “Şair Bozuntuları” adını taşıyordu. Bu, Niyazi Hicran’la ortak yazılmış bir şiir kitabıydı. Kitabın adı büyük yankı bulmuştu. Aslında o, güzel şiirler kaleme almış; fakat şiire devam etmemiştir. Kanaatimce şiire devam etseydi bugün parmakla gösterilecek bir şair olurdu. Zira yazdığı şiirlerdeki derinlik ve duygu yoğunluğu beni bu düşünceye götürüyor.

Elçin, ilk göz ağrısı şiirden sonra halk edebiyatına ilgi duymuş, bu alanda akademik çalışmalar yapmıştır. Halk edebiyatı sahasında tartışmasız bilge bir insandı. 1982 yılından beri emeklilik hayatı yaşıyordu. Fakat o çalışmalarına hız kesmeden evinde devam ediyordu. Hem eser yazıyor, hem de eser yazanlara rehberlik ediyordu. Sayfalarımıza sığmayacak kadar çok olan eserleri arasında şunları sayabiliriz: “Şair Bozuntuları (şiirler, 1932), Yirmidört (şiirler, 1944), Kerem ile Aslı Hikâyesi (1949), Anadolu Köy Orta Oyunları (araştırma, 1964), Türk Bilmeceleri (1970), Ali Ufkî/ Mecmua-i Saz ü Söz (1976), Adalar Destanlar (şiirler, 1978), Halk Edebiyatına Giriş (inceleme, 1981), Âşık Ömer (inceleme, 1987), Yeni Türk Nesir Antolojisi (1987), Türkiye Türkçesinde Ağıtlar (1990), Yurt Duyguları (1990)…”

Şükrü Elçin Cumhuriyetten önce doğmuş, koca bir tarihi gözlemleyerek yaşamış görkemli ve eşsiz bir çınardı. O; pek çok bilgiyi okuyarak değil, bizzat gözlemleyerek ve yaşayarak edinmişti. O, canlı bir tarihti. Nice başbakanlar, cumhurbaşkanları, ihtilaller görmüştü. Onun kaybı nice hatıranın toprağa karışmasına sebep oldu. Allah rahmet eylesin.

22 Ekim 2008 Çarşamba

Bir Dağ(larca) Devrildi...

















M.NİHAT MALKOÇ

Şiir burçları şairlerin omzunda göklere yükselir. Duygu ve düşüncelerimize tercüman olan şairler dilin bayraktarıdırlar aynı zamanda. Onlar ölünce dil bayrağı düşer mi? Şairin ölümü şiirin ölümü değildir elbette. Şair ölünce eserleri konuşmaya başlar. Şair yarınlara dair sözlerini şiirleriyle ebedileştirir. Şiirler yarınlara yazılan mektuplardır aslında. Okuyucu o mektupları okuyarak dünle bugün arasında sağlam köprüler kurmaya çalışır. O şiir mektupları okunmaz olunca dünle bugün arasında kurulan köprüler atılır. Dilin en güzel numuneleri olan şiirler hayattan çekilince sadece nefes alıp vermekten ibaret kalır hayat.

Şair söyleyecek sözü olan insandır. O, söyleyeceklerini şiirin kalıpları içerisinde az ve öz sözle, sağlam bir dille ifade etmeye çalışır. Kelimeler yoğun anlamlar yüklenir şiirin satır aralarında. Şair manayı yoğuran ve ondan yeni şekiller kuran insandır. Bu şekiller ruh dünyamızda yeni açılımlar kazanırlar. Şiir evreninde yeni dünyalar kurulur her seferinde.

‘Şairler az mı yaşıyor?’ sorusu hep zihnimizi meşgul eder durur. Şairlerin az yaşadığından yakınıp dururuz hep… Gerçekten de öyledir. Şairler az yaşıyor. Elli yaşını gören şairler o kadar da çok değil. Onlar vereceklerini verip bir an evvel çekilirler iyilerle kötülerin kavgasına sahne olan dünyadan. Durum bu iken çağımızın yaşayan en büyük şairi geçti gözümün önünden. O, bu tezi uzun bir ömür sürerek çürütüyordu sanki. Doksanını aşan, yüze yaklaşan Fazıl Hüsnü Dağlarca’dan bahsediyorum. Keşke yüz yaşını görseydi de şairlerin ‘dalya’ diyenlerinin arasına alabilseydik onu. Çok yaklaştı ama olmadı işte.

Türk şiir çınarının yapraklarından biri daha hüzünle döküldü toprağa. Ölümü çağrıştıran sonbahar avcısı, dalında sararan yapraklardan bir tanesini daha avladı. Hayatını şiire adayan ve hemen her konuda muhakkak bir veya birkaç şiiri bulunan Dağlarca, adeta bir şiir makinesiydi. Türk şiir kitaplığına birbirinden kıymetli eserler kazandıran bu duygu adamı Cumhuriyet tarihinin de canlı tanıklarından biriydi. Zira Cumhuriyetten daha yaşlıydı kendisi.

Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın Cumhuriyet dönemi Türk şiirinde apayrı bir yeri vardı. Bugüne kadar 138 kitabı yayınlanan şairi büyük küçük tanımayan yoktur sanırım. O, şiirde hiçbir akıma ve edebî gruba dâhil olmamıştı. “Çocuk ve Allah, Daha, Çakır’ın Destanı, Kaçaklar, Çiçek Seli, Batı Acısı, Akdeniz, Üç Şehitler Destanı, Haydi, Aç Yazı, Toprak Ana, Kınalı Kuzu Ağıdı, Mevlâna’da Olmak, Uzay Çağında Olmak, Türk Olmak, Dışardan Gazel, Bağımsızlık Savaşı, Asu, Çukurova, Dört Kanatlı Kuş, İstanbul Fetih Destanı, Çanakkale Destanı, İzmir Yollarında...” adlı kitaplar ondan bize miras kalan dil şaheserleridir.

Uzun ve bereketli bir ömrün ardından aramızdan ayrılan Dağlarca’yı daha çok “Çocuk ve Allah” adlı eseriyle özdeşleştirmiştik. O, bu kitabında çocuklara Türkçenin sade ve gülen yüzüyle seslendi. O, bu kitaptaki şiirleriyle çocuklara kelimelerden yeni dünyalar inşa etti.

Fazıl Hüsnü Dağlarca bir şiir aşığıydı. Adeta şiir için yaşadı. Onun dünyasında şiirin apayrı bir yeri vardı. Duygu ve düşüncelerini şiirin imkânlarıyla geniş kitlelere aktardı. Başka şairler gibi şiirin yanında roman, hikâye, deneme gibi türlerde yazmadı. Sade ve sadece şiir yazdı uzun ömrü boyunca. Şiire sadakati kelimelerle ifade edilecek cinsten değildi.

Dağlarca Türkçeyi en doğal haliyle en güzel kullanan şairlerin başında geliyordu. Onun “Türkçe benim ses bayrağım” deyişi herkes tarafından sevilerek benimsenmişti. O, yaşayan Türkçenin yaşayan en büyük şairlerinden biriydi. Kelimelerle kavgası yoktu, O, kelimelere dosttu, kelimeler de ona. Türkçenin saflığını ve pınar duruluğundaki berraklığını onun bütün dizlerinde görebilirsiniz. Bir konuşmasında kendisini “Yarısı şiir olan bir yaratık olarak” tanımlıyordu. Onun ölümüyle Türkçemiz ta yüreğinden yara aldı.

Hayat-ölüm… Her şey bu iki çizgi arasında saklı… 26 Ağustos 1914’te doğan Fazıl Hüsnü Dağlarca, 15 Ekim 2008’de 94 yaşındayken hayata gözlerini yumdu. O şimdi Karacaahmet’te belki yeni şiirlerini yazıyordur… Çocuğa, vatana, ölüme, hayata dair şiirler…







28 Eylül 2008 Pazar

Seyyid Ahmet Arvasî'ye Dair...

M.NİHAT MALKOÇ

Hak dostları halk dostlarıdır aynı zamanda. Bunlardan biri olan, Türk-İslam davasını hayatının mutlak çizgisi kabul eden ve bu çizgide yürüyen kâmil bir insandı Seyyid Ahmet Arvasî… O, çağımızın Ahmet Yesevî’siydi. Zamanın rengine boyanmayan, zamanı İslam rengine boyamayı gaye edinen tavizsiz bir müslümandı O... Türk-İslam ülküsünü yoğuran hamurkârların başında geliyordu. Bütün gayreti İslam’ın sesinin gür çıkmasını sağlamaktı.

İslâm’la Türklüğü ve Batı medeniyetini bağdaştıramayanların Arvasî’yi çok okumaları gerekir. Zira İslam inancıyla Türklük ülküsü et ve tırnak gibidir. Bu hususta Gökalp de “Türk milletindenim, İslâm ümmetindenim, Batı medeniyetindenim” diyerek Arvasî’yle aynı görüştedir. Arvasî, modern çağın büyük sancılarını gideren fikir mimarlarından biriydi.

İslam, Türkler için biçilmiş bir kaftandı. Bazı kendini bilmezler, ecdadımız olan eski Türkleri, bazı varlıkları ve özellikle de bozkurdu totem olarak kabul etmekle suçlarlar. Oysa tarihe tarafsız gözle bakanlar bunun hiç de böyle olmadığını göreceklerdir. Arvasî bunu değişik ortamlarda özellikle vurgulayarak tarihî hakikati şu şekilde ifade etmiştir:

“Hiç bir zaman Türk’ün totemi olmamış olan Bozkurt, coğrafyamızın kültürümüze kazandırdığı bir motiftir. Türk milliyetçiliği politikasını biyolojik ırkçılık üzerine kurmayı reddetmekle beraber, içtimaî ırk gerçeğini inkâr ve ihmal etmemelidir.

İçtimaî ırk, biyolojinin konusu değildir, sosyolojinin konusudur. Bir milleti teşkil eden fertlerin, ailelerin, sınıf ve tabakaların soy birliği şuurudur. Ortak bir şuur tarzında beliren mensubiyet duygusunun ve kan birliği şuuru biçiminde duyulmasıdır. Zaten biyolojik verasetin yanında, ortak kültür, ortak coğrafya, ortak hayat tarzı ve ortak mücadeleler, bir milletin fert ve tabakalarını hem ruhî, hem de fizik bakımından bir birine yaklaştırır.”

Seyyid Ahmet Arvasî, Türk-İslâm ülküsünü hayatının esas gayesi olarak görmüş ve her anını bu uğurda harcamış, İslam’ı merkez alan bir Türk alperendir. O, sığ olan ve kökeni olmayan bir milliyetçiliği asla benimsememiştir. Düşmanlarımızın zihniyetini çok iyi tahlil ederek bu kanlı zehire adeta panzehir olmuştur. O, Türk-İslâm ülküsüne bağlılığını ve çıkar yol olarak bu görüşe bir can simidi olarak sarılışını şöyle izah etmektedir:

“Neden, şu veya bu ad altında toplanmayı değil de, ‘Türk-İslâm Ülküsü’ne bağlanmayı savunuyoruz? Biz iddia ediyoruz ki, emperyalizm, Türk ve İslâm dünyasını yutmak için en az iki asırdan beri korkunç bir tertibin içindedir. Bir taraftan kültür emperyalizmi ile vatan çocuklarını din ve milliyetine yabancılaştırarak kendi emellerine hizmet edecek kadrolar hazırlamakta, diğer taraftan din ve milliyet duygularını, her şeye rağmen terk etmeyen çocuklarımızı da bir birine düşürmeyi planlamaktadır.

Düşman, karşısındaki güçleri parçalayarak, onları birbirine düşürerek, kolay yutulur lokmalar durumuna sokmak ister. Meselâ, sanki bir insan, hem dindar, hem milliyetçi, hem medeniyetçi olamazmış gibi, bu değerleri birbirine zıt programlar durumuna sokarak, hiç yoktan çatışan güçler meydana getirir. Bu oyunlarını, o kadar ustaca plânlarlar ki, tertiplerini anlamak için bazen olayların üzerinden elli veya yüz yıl geçmesi gerekiyor.

Bu ülkede, sunî olarak güya Türkçü ve güya İslamcı cepheler meydana getirmek isteyen hain ve kahpe oyunların karşısına, bir Müslüman Türk olarak ve tarihine yaraşır biçimde çıkılmalıdır. Bunun için, Türk-İslâm kültürüne, Türk-İslâm medeniyetine, Türk-İslâm Ülküsü’ne bağlı, Türklük şuur ve vakarına, İslâm aşk ve aksiyonuna sahip, Türklüğü bedeni, İslâmiyet’i ruhu bilen, milletini teknolojik hamlelerle dünyanın bir numaralı devleti yapmak özlemi ile çırpınan, dünya Türklüğünün, İslâm dünyasının ve bütün mazlum milletlerin ümidi olmaya namzet bir gençlik yetiştirmekten başka çaremiz yok.”

Yirminci asrın son çeyreğinde ebediyete uğurladığımız büyük mütefekkir, sosyolog ve Türk-İslâm ülküsünün yılmaz savunucusu, peygamber soyunun nurlu oluklarından süzülen neslin son temsilcilerinden olan Arvasî’yi rahmet ve minnetle anıyoruz. Ruhu şad olsun.

26 Ağustos 2008 Salı

Düşüncenin Yüzakı: Ömer Öztürkmen

M.NİHAT MALKOÇ

Düşüncelerimiz okuduğumuz yazarların fikir kırıntılarının zihnimizde kalan gölgeleridir. İnsan zihni, doğduğunda bembeyaz bir kâğıt gibidir. Bu temiz ve beyaz kâğıt zamanla yaşadığımız hadiselerin, okuduğumuz kitapların rengine bürünür. Gün gelir ki bizler de bir fikir sahibi oluruz. Yollardan yol beğeniriz kendimize. Bunda kişinin mizacının tesiri olsa da, özellikle gençlik yıllarında okuduklarının etkisi de çoktur. Bizler de gençlik yıllarımızda çok okuduk. Boş bir levha olan zihnimiz zamanla renklendi ve şekillendi. Önce bilgi sahibi, sonra da fikir sahibi olduk. Fikir sahibi olmamızda tesiri olan yazarlar çoktur. Bunlardan birisi de hayata Müslümanca bakan ve her satırında bu bakışın izleri hissedilen Ömer Öztürkmen’dir. Onun kitapları ve gazete yazıları dağarcığımızı beslemiştir.

Kerküklü şair Mehmet Rasih Bey’in oğlu olan Ömer Öztürkmen 1929 senesinde İstanbul’da doğmuş bir büyüğümüzdür. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nden mezun olan gazeteci, yazar ve düşünce adamı Öztürkmen, Türkiye’nin nerdeyse bir asrına şahit olmuştur. Yeni İstanbul ve Tercüman gazetelerinde yazı işleri müdürlüğü yapmıştır. Ortadoğu gazetesinin de kurucularındandır kendisi. Anadolu Ajansı’nın Beyrut muhabirliğini yapmıştır. 1965 yılında Adalet Partisi’nden Bursa milletvekili olarak Millet Meclisine girmiştir.

Ömer Öztürkmen, bir yanı Kerkük’te kalan, Türk kültürüne ve edebiyatına âşıklık derecesinde bağlı olan bir düşünce adamıdır. Yazı hayatına çok erken, henüz lise yıllarında başlamıştır. Şiirlerinde, yüreğini bıraktığı Kerkük’ün doyumsuz sevgisini dile getirmiştir. İlk şiirlerini “Kerkük” adını verdiği kitapta toplamıştır. 1975 yılında bastırdığı; “Taşkent’te Sabah Namazı” adlı kitabındaki şiirler onun yetişkinlik çağı, diğer tabirle ustalık dönemi şiirleridir. 1950’de “Tanrıdağı” dergisini çıkarmıştır. “Karakedi” mizah dergisinin, “İnsan ve Kâinat” adlı bilim dergisinin editörlüğünü yapmıştır. Geçmiş yıllarda basın suçundan iki ay hapishanede yatmıştır. 1982’de ilk adımını attığı Türkiye gazetesinde 26 yıldan beri kalem oynatmaktadır. Güncel ve siyasî meselelere özgün bakış açılarıyla kendine özgü yorumlar getirmektedir. Yılların getirdiği tecrübelerini okuyucularıyla paylaşmaktadır.

Gazeteci, şair ve yazar Ömer Öztürkmen’in denemeleri de çok kıymetlidir. “Gözyaşı Medeniyeti”, “Zihniyet İnkılâbı”, “Bilimden Damlalar”, “Karıncalardan Özür Dilerim”, “Geleceğin Eşiğinde” deneme kitaplarından bazılarıdır. Onun kaleme aldığı “Malazgirt Marşı” şair Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’ndan sonra bu alanda yazılmış dikkate değer şiirlerden biridir. Ondan bir dörtlüğü dikkatinize sunmak istiyorum:

“Bir Cuma sabahı, Allah’a karşı Malazgirt’te elli dört bin er Söylemişler en güzel marşı
Allahu ekber, Allahu ekber...”

Gazeteci-Yazar Ömer Öztürkmen, bu topraklarda yetişen, bu ülkenin ekmeğini yiyen ve berrak suyunu içen bir insan olarak daima yerli(millî) düşüncenin savunuculuğunu yapmıştır. Bu milletin değerlerine ters düşen açıklamalar yapmamıştır. İnananların sesi olmuştur. Önceki sözlerini daha sonra inkâr edip çark etmemiştir. Onun içindir ki daima güvenilen, sevilen bir insan olarak mevcut itibarına itibar katmıştır. Onun, hep güncel kalan bir mesele olan başörtüsüyle ilgili nefis bir değerlendirmesini sizlere sunarak sözlerimi tamamlamak istiyorum. Allah bu güzel kaleme uzun yıllar daha yazma imkânı nasip eylesin:

“Eğer bir toplum otuz yıldır bir başörtüsü, bir türban konusunu durmadan tartışıyor, tartışıyor, tartışıyor ve bir sonuca varamıyorsa, üstelik konuyu toplum katlarında bir kavgaya, hadi kavga demeyelim, bir ihtilafa dönüştürüyor da bir çözüm bulamıyorsa o toplumun aydın kesiminde psikolojik bir problem var demektir. Koca koca insanlar, iri yarı, bilim ve sanat adamları işi gücü bırakmış, milletin türbanıyla, başörtüsüyle, ölüm kalım savaşı verir hale gelmişse vahim bir durum var demektir. (Türkiye Gazetesi–18 Ocak 2008 Cuma)

21 Ağustos 2008 Perşembe

Ömer Lütfi Mete'nin Zor Zamanları


M.NİHAT MALKOÇ

Karadeniz’in hırçın çocuğudur gazeteci-yazar-senarist Ömer Lütfi Mete… Rizelidir kendisi. Karadeniz coğrafyasının harbiliği, hasbiliği ve hırçınlığı onun hücrelerine sinmiştir. Müslüman-Türk inancının ve örfünün ilk nüvelerini çocukluk yıllarında almıştır. Kur’an Kursu eğitiminden geçtikten sonra liseyi memleketi Rize’de bitirmiş, ardından okumak için İstanbul’a yelken açmıştır. Orada İktisat Fakültesi’nde başlayan yükseköğrenimi Eğitim Enstitüsü’nde son bulmuştur. Kısa bir süre memleketi Rize’de edebiyat öğretmenliği yapmıştır. Babıâli’de Sabah, Bizim Anadolu, Tercüman, Türkiye, Yeni Haber, Ortadoğu, Yeni Şafak, Ayyıldız, Yeni Binyıl, Sabah gazetelerinde editör, yönetici ve yazar kimliğiyle basınımıza hizmet etmiştir. Kalemini Türklük, Müslümanlık ve insanlık davasına adamıştır.

Tutarlı ve onurlu bir kalem olan Ömer Lütfi Mete pek çok eser vermiştir kültür dünyamıza. Gülce (şiir), Çığlığın Ardı Çığlık, Yerden Göğe Kadar, Asker ile Cemre, Çizme (roman), Derin Millet Manifestosu (Köşe Yazılarından Seçmeler), Hacıyağı ile Parfüm Arasında (Deneme), Balonya Tüneli, İtfaiye Yanıyor (Kara Mizah) bu eserlerden bazılarıdır. Bunların yanında izleyici tarafından beğenilen “Çizme, Gülün Bittiği Yer, Bizim Yunus, T.H.E İMAM” gibi sinema filmlerinin senaryosu da onun kaleminden çıkmıştır. Herkesi ekranlara çeken Deliyürek dizisinin senaryosunu Ömer Lütfi Mete’nin yazdığını bilmeyenler az değildir. Ya Kurtlar Vadisi adlı diziye ve sinema versiyonlarına olan katkıları… Bunları pek az insan bilir. “Bizim Ev, Evlere Şenlik, Ortaklar, Avcı, Hayat Bağları, AGA, Çanakkale Destanı (Belgesel Drama) onun kaleminden çıkan diğer kıymetli dizi senaryolarıdır. “Köstekli Saat, Ayrı Dünyalar, Veysel Karanî, Ahmet Bedevi” TV filmleri de onun maharetli kaleminin değerli ürünleridir. Ya gazetelerde kaleme aldığı birbirinden kıymetli köşe yazıları…

Hayatına ayna tutmaya çalıştığım Ömer Lütfi Mete, bugünlerde hayatının en zor zamanlarını yaşıyor. Sağın yaşayan güçlü kalemlerinden Ömer Lütfi Mete, Sakarya’da geçirdiği kalp krizi sonrasında hastanelerde tedavi süreci başladı. Bugüne kadar tedavilere pek cevap vermedi. Fakat son zamanlarda kendisinde umut pırıltıları görüldüğü söyleniyor.

Bizler Ömer Lütfi Mete’nin yazılarıyla büyüdük. Onun asil ve dik duruşu bizlere örnek teşkil etti. Şeytanın mesaisini artırdığı bu zamanda O, hep meleklerin yanında Hakk’a ve hakikate omuz verdi. Yazılarında gerçeklerin nabzını tuttu. Hayata İslam’ın gözlüğüyle baktı. Dünyayı idrak etmede kullandığı ölçüler hep Kur’anî ve imanîydi. İnşallah iyileşir ve aramıza dönerse bundan sonra da öyle olacağına olan kanaatim sonsuzdur.

Ömer Lütfi Mete sermayenin yanında değil, gerçeklerin aydınlığında bulunmayı onur saydı kendine. Sermayenin düdüğünün öttüğü gazetelerde yazarken bile yağdanlık olmadı hiç… Doğru bildiği yoldan asla ayrılmadı. Geçen zaman onun düşüncelerini solduramadı. Liberalizmi özgür düşüncenin en büyük düşmanı saydı. Milliyetçi-muhafazakâr düşüncenin sözcülüğünü yapan Mete, İslamî ve insanî hassasiyetleri gelişmiş bir insandır.

Ömer Lütfi Mete’nin futbola da yakın bir alakası vardır. Futbol yorumları yerinde ve tutarlıdır. Yorumlarında taraftarlık yönünü bir kenara bırakarak ciddi analizler yaparak futbola ayrı bir pencereden bakar. Fakat bu işi becerse de ben bir edebiyatçıya futbolla bu kadar içli dışlı olmayı yakıştıramıyorum. Buna değerli hikâyeci Mustafa Kutlu’yu da dâhil ediyorum.

Son yıllarda Ömer Lütfi Mete’nin siyasetin içine daha çok girdiğini, bu alanda kalem oynattığını, hatta kitap çapında eserler kaleme aldığını görüyoruz. Onun araştırmacı-yazarlık sahasında da çok başarılı çalışmalarını görsek de ona edebî eserler daha çok yakışıyor.

Ömer Lütfi Mete, sevenlerinin dualarıyla ve Rabbimizin “Şafi” sıfatının tecellisiyle yaşayacak ve bundan sonra da şeytana ve şeytan suretlilere taş atmaya devam edecektir. Onu bu zor zamanlarında dualarımızla destekleyelim. Zira bu durumda duadan başka elimizden gelecek bir şey de yoktur. Mete; Türk basınında ve son dönem edebiyatımızda üslup sahibi bir yazardır. Ondan sağlığına kavuştuktan sonra yeni eserler bekleyeceğiz. Aramıza dön artık…

10 Ağustos 2008 Pazar

Yurdunu Kaybeden Adam: Cengiz Dağcı



M.NİHAT MALKOÇ

Bugün dünyanın pek çok yerinde Türk kökenli insan yaşamaktadır. Bunların bir kısmı belli bir devlet teşkilâtına sahipken, bir kısmı da topluluk hâlindedir. Bir zamanlar kendilerine ait müstakil bir vatanı olan Kırımlılar, günümüzde ancak bir topluluk hâlinde varlıklarını sürdürebilmektedirler. Yıllardır acılar içinde adeta sürgün hayatı yaşayan bu insanlar, hâlâ Türklüklerini muhafaza etmektedirler. Kırımlılar acılarla dost yaşamaya çoktan alışmış.


Bilindiği gibi Sovyetler Birliği, İkinci Dünya Savaşı'na katılarak mevcut sıkıntılarına yenilerini eklemişi. Kuşkucu bir millet olan Ruslar, hiçbir zaman Türkler'e güvenmiyorlardı. Bu nedenle Türk kökenli topluluklara daima şüpheyle bakmışlardır. Ruslar, Türk kökenli insanlara daima zulüm yapmışlar. İkinci Dünya Savaşı esnasında, güvenmedikleri Türkler'i yerlerinden, yurtlarından kopararak sürgüne göndermişlerdir. Onların sözde muhtemel bir düşman ittifakı planını, akıllarınca ortadan kaldırmışlardır. Bir kısım topluluklar tekrar memleketlerine döndüler. Fakat Kırımlılar'a bu hak verilmedi. Güvendikleri Kırımlılar'ı İkinci Dünya Savaşı sırasında kendi saflarına alıp, düşmana karşı bir kalkan gibi kullandılar. Bunlar arasında Kırımlı meşhur romancı ve hikâyeci Cengiz Dağcı da vardı.

Cengiz Dağcı, İkinci Dünya Savaşı başladığında Rus ordusuna alınarak belli bir süre eğitilmiş; daha sonra teğmen rütbesiyle savaşa iştirak etmek zorunda kalmıştır. Oysa O ve onun gibi pek çok Kırımlı, savaştan evvel insan yerine bile konulmuyordu. Onun çocukluğu kıtlıklar, zelzeleler ve Rus milislerinin korkusuyla geçmiştir. Babası Emir Hüseyin, elindeki tarlayı ekip biçerek geçiniyordu. Fakat daha sonra tarlaları da ellerinden zorla alınmıştır. Bu sefer kendi toprakları üzerinde ırgat olarak çalışmak durumunda kalmışlardır. Ruslar bir gün Cengiz Dağcı'nın bütün sülâlesini alıp götürmüştür. Kendisi ve annesi yedi kardeşiyle beraber ortada kalmışlar. Açlık ve sefalet yılları başlamış onlar için… Çok şükür ki babası, bir yıl hapis tutulduktan sonra salıverilmiştir. Bundan sonrası da kıtlıklar içinde geçmiş. Karınları doymamış hiçbir zaman… Yarı aç, yarı tok, yarı çıplak yaşamışlar uzun yıllar boyunca.

Bütün yoklukları ve sefaletleri yaşamış olan Cengiz Dağcı, yıllardır zulüm gördüğü Ruslar'ın yanında Almanlar'a ve onun gibi pek çok devlete karşı savaşmak zorunda kalmıştır. Bu onun iradesi dışında gerçekleşmiş bir durumdu şüphesiz… Savaş sırasında Almanlar'a esir düşmüş. Bu sefer de kendisi için Alman esir kamplarında zulüm ve işkenceler başlamıştır. Almanlar uyanık davranarak Türkler'den oluşan esirleri, Ruslar'a karşı savaştırmıştır. Almanlar 1941 yılında Kırım'ı işgal etmişlerdir. Almanlar, Kırımlılar'a, Ruslar'a nazaran daha iyi davranmışlardır. Onları, Ruslara karşı oluşturdukları orduda hazır güç olarak kullanmışlardır. Fakat Kırım 1944'te tekrar Ruslar'ın eline geçmiştir. Bu sefer Kırım Türkleri'ne karşı büyük bir soykırım başlatan Ruslar, onları hayvan katarlarına bindirerek aylar süren uzun yolculuklardan sonra yurtlarından ayırmışlardır. İşkence etmişler onlara.

Esir kamplarından sağ salim kurtulan Cengiz Dağcı, önce Polonya'ya, oradan da İngiltere'nin Londra şehrine geçmiştir. Hâlâ burada yaşamaktadır. Yaşı sekseni bulmuş bu insan, ömrü boyunca yurdundan ayrı kalmanın acısını ta iliklerinde hissetmiştir. Onlarca romanında, kendisinin de bir mensubu olduğu Kırımlılar'ın çektiği acıları anlatmıştır. Aslında romanlarındaki başkahraman hep kendisidir. Çünkü O, hadiseleri uzaktan seyretmemiş, aksine içine girerek tecrübe etmiştir. Yazdığı "Korkunç Yıllar, Yurdunu Kaybeden Adam, Onlar da İnsandı, O Topraklar Bizimdi, Badem Dalına Asılı Bebekler, Ölüm ve Korku Günleri…" vb. eserlerde hep Kırımlılar'ın dramına tercüman olmuştur. Eserleri ve kendiyle ilgili olarak yaptığı şu değerlendirme, Onun bizden biri olduğunu gösteriyor: "Elhamdülillah Türk'üm, Müslümanım ve bu notlarımda(eserlerimde) yazdığımın hepsinin hakikat olduğuna yemin ederim." Bu ifadeler de gösteriyor ki Cengiz Dağcı yaşadıklarını roman türünde yazarak okuyucusuyla paylaşan realist(gerçekçi) bir romancıdır. Onu ısrarla okumalıyız. Çünkü onu okursak bağımsızlığın kıymetini daha iyi anlar, Rusların gerçek yüzünü görürüz.

17 Temmuz 2008 Perşembe

Büyük Türk Milliyetçisi Atatürk

M.NİHAT MALKOÇ

Ölmek, bedenen dünyadan ayrılmaktır. Vücudumuzun hammaddesi olan et ve kemiğin aslında pek bir değeri yoktur. Çünkü bütün varlıkların kendilerine ait vücutları vardır. Bu, bizim hayvanlarla olan ortak vasfımızdır. Oysa insanı değerli kılan ve ölümsüzleştiren ruhtur. Allah ruhumuza değer vererek bizi muhatap kabul ediyor. Düşünme, doğruyla yanlışı ayırt etme kabiliyeti olarak tanımladığımız muhakeme, bizi biz yapan değerlerin başında gelir. İnsan, muhakeme gücüne sahip olduğu için kâinatın özüdür; her şey ona nispetle anlam kazanır. Onun için bedenin dünyayla irtibatını kesmesi, maddeden ölüm olarak görülse de gerçek ölüm adımızın, sanımızın unutulmasıdır. Dünyadayken savunduğumuz fikirlerle insanların gönlünde yer edinebilmişsek bu ölümsüzlüğün kapısını açar biz fânilere…

Ölümsüzlüğe kanatlanan, Türk tarihinin ölmez kahramanlarından biridir Atatürk!…. Atatürk, maddeden aramızdan ayrılalı on yıllar oldu. Fakat O, yaşarken ne kadar gündemdeyse bugün de en az o kadar gündemdedir. Onu, vefakâr Türk milleti unutmadı. Bundan sonra da hep diri kalarak gündemden düşmeyecektir. Çünkü onun savunduğu değerler, insanlığın temel dinamikleriydi. İnsanlık var oldukça bu ilkeler hayatımıza yön verecektir. Gazi, milletinin maddî ve manevî hususiyetlerini çok iyi biliyordu. Hiçbir sosyolog onun kadar milletinin sosyal vasıflarına vakıf değildi. O nedenle kısa zamanda çok büyük yol kat etmiştir. Milletini çok seven Atatürk, halkıyla bütünleşmişti. Milletini hor ve hakir görmemişti. O, Türk halkının bütün özelliklerini şu ifadeleriyle yansıtmıştır:

“Türk milletinin karakteri yüksektir. Türk milleti çalışkandır. Türk milleti zekidir... Türk milleti millî birlik ve beraberlik içerisinde güçlükleri yenmesini bilmiştir… Türk milletinin tarihî bir niteliği de güzel sanatları sevmek ve onda yükselmektir. Türk milletinin büyük millet olduğunu bütün medenîâlem, az zamanda, bir kere daha tanıyacaktır...”

“Giriştiğimiz büyük işlerde, milletimizin yüksek kabiliyet ve yüksek sağduyusu başlıca rehberimiz ve başarı kaynağımız olmuştur.”
“Türk kuvvet ve zekâsının yenmediği ve yenemeyeceği güçlük yoktur.”
“Bizim milletimiz derin bir maziye maliktir... Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır.”

“Türk, esirlik kabul etmeyen bir millettir.”

“Türklüğün unutulmuş büyük medenî vasfı ve büyük medenî kabiliyeti, bundan sonraki gelişmesi ile geleceğin yüksek medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır.”
“Türk’ün haysiyeti, onuru ve kabiliyeti çok yüksek ve büyüktür.”
“Türk milleti güzel her şeyi her medenî şeyi, her yüksek şeyi sever, takdir eder. Fakat muhakkaktır ki, her şeyin üstünde takdir ettiği bir şey varsa o da kahramanlıktır.”

“Bizim milletimiz, vatanı için, hürriyeti ve egemenliği için fedakâr bir halktır.”

“Bizim başka milletlerden hiç bir eksiğimiz yok. Cesuruz, zekiyiz, çalışkanız, Yüksek amaçlar uğrunda ölmesini biliriz.”

Atatürk, gerçek Türk milliyetçisiydi. O, milliyetçiliği kafatasının şekli boyutunda basit ve ilkel bir anlayışla ele almamıştır. O, milliyetçilikte ait olma bilincini esas almıştır. Türk oluşunu en büyük övünç kaynağı olarak görmüştür. Bunu şu sözüyle dile getirmiştir:

“Benim hayatta yegâne fahrim, servetim Türklük’ten başka bir şey değildir.”

Türk Milleti, İslâmiyet’ten evvel de, sonra da üstün bir ahlâk üzere yaşamıştır. Asalet bu milletin kanında vardır. Pek çok millet tek Tanrı inancını reddedip putlardan medet umarken Türkler tek Tanrı inancını esas alarak inandıkları yüce kudrete “Gök Tanrı” ismini veriyorlardı. Müslümanlığın kabulüyle mevcut asaletleri imanın nuruyla daha da inkişaf ederek bugünkü şeklini aldı. “Alp” idiler, “Alperen” oldular. Bu yeni durum onları daha da güçlü kıldı. Anadolu’nun fethi ve İslamlaşması bu “alperen” ruhunun üstün eseridir.

Irklar arasındaki fiziksel farklılıkların insanların yeteneklerinde değişimler oluşturduğunu ve bazı ırkların ötekilerden üstün olduğunu savunan anlayışa “ırkçılık” diyoruz. İnsanları derilerinin rengine göre beyaz, siyah, sarı, esmer ve kızıl olarak ayıran bu anlayış, nerden bakarsanız bakın, sakattır. Öte yandan inançla ırk kavramlarını birbirine karıştırmamak gerekir. Türkler Müslüman olduktan sonra milliyetlerini değiştirmediler. Zaten milliyet irsî bir kavramdır; ne sonradan elde edilebilir, ne de değiştirilebilir. Nasılsa öyle kalır. Bunun yanında insanın milletini sevmesi çok tabiîdir. Hiç kimse milletini ve milliyetini sevip kabullenmekle suçlandırılamaz. Yeter ki başka milletleri ve milliyetleri tahkir etmeyelim. Dinle milliyeti birbirine karıştırmak, yanlış sorulan bir soruya doğru cevap verilmesini beklemek kadar abestir. Din ayrı, milliyet ayrıdır. Birinin varlığı ötekine engel değildir.

Lâyık olunmayan kuru övgü ve hamaset büyük milletlerin şiarı değildir. Övünmek için de övgüye lâyık olmak gerekir. Mazide donup kalmak ve geçmişle övünüp durmak geleceğe hiçbir katkı sağlamaz. Çok şükür ki ecdadımız, arkasında büyük bir manevî miras, şan ve şeref bırakmıştır. Onun için ne kadar övünsek azdır. Lâkin maziden günümüze ulaşan bu değerleri tüketmemeliyiz. Onlara yeni başarı halkaları eklemeliyiz. Ancak o zaman milliyetimizle iftihar etme hakkına sahip oluruz. İnsanlar milliyetlerini inkâr etmemelidir. Bu bizim hüviyet cüzdanımız hükmündedir. Türklüğün esas olduğunu, milliyetimizi baş tacı etmemiz gerektiğini söyleyen Atatürk, bu mevzûyu kendi üslûbunca şöyle dile getiriyor:

“Bu memleket tarihte Türk’tü, hâlde Türk’tür ve ebediyen Türk olarak yaşayacaktır.”

“Türklük esastır. Bu mevcudiyeti tarih içinde araştırmak, birbirini izleyen bir tarih zinciri içinde tespit edilecek Türk medeniyeti ile övünmek yerinde olur. Fakat bu övünmeye lâyık olmak için bugün çalışmak lazımdır.”

Tarihe baktığımızda liderlerin, idare ettikleri ülkelerin kaderlerini belirlediklerini görüyoruz. Yeni Türkiye’nin kurucusu, modernleşmenin öncüsü Atatürk, az zamanda çok ve büyük işler yaparak bütün dünyanın dikkatini, bir zamanlar “hasta adam” olarak nitelendirilen ve paylaşılmaya kalkışılan Türkiye üzerine çevirmiştir. Esir ve mazlum milletler de bu başarıdan esinlenmiştir. Atatürk onlara da model olmuştur. Bu harikulâde tekâmülün mimarı kendisi olmasına rağmen O, başarıyı daima milletine mal etmiştir. Hiçbir zaman bu muvaffakiyetlerden kendisine aslan payı çıkarmamıştır. “Büyük şeyleri büyük milletler yapar” diyerek milletinin azametini ön plana çıkarmıştır. Daima ekip çalışmasına inanmış ve bunu tatbikatlarıyla bizzat göstermiştir. Bu konuda söyledikleri ne kadar da manidardır:

“Türk milletinin son yıllarda gösterdiği harikaların, yaptığı siyasî ve sosyal inkılâpların gerçek sahibi kendisidir. Milletimizde bu kabiliyet ve tekâmül var olmasaydı, onu yaratmaya hiçbir kuvvet ve kudret yeterli olamazdı.”

“Bu millet, kılı kıpırdamadan dava uğruna canını vermeye razı olmasaydı ben hiç bir şey yapamazdım.” …“Giriştiğimiz büyük işlerde, milletimizin yüksek kabiliyet ve yüksek sağduyusu başlıca rehberimiz ve başarı kaynağımız olmuştur.”

Bugün krallar, kraliçeler, imparatorlar, dükler tarihin çöp sepetinde çırpınırken Atatürk yirmisinde bir delikanlı gibi milletinin yüreğinde ve hayallerinde yaşıyor. Çünkü O, içinden çıkmış olduğu milleti ‘koyun’, kendisini ‘çoban’ olarak görmedi. Halkıyla omuz omuza, yan yana, el ele aydınlık ufuklara yürüdü. “Ben” demedi, “Biz” dedi. Halkını ezmedi. Ne yaptıysa milleti için yaptı. O millet de bir vefakârlık örneği göstererek onun görüşlerini, manevî şahsiyetini hakkıyla yaşattı. Unutulmamalıdır ki milletinden kopuk yaşayan, halka rağmen doğru da, yanlış da olsa kendi fikirlerini tek alternatif olarak sunan despot liderler eninde sonunda yok olmaya mahkûmdur. Onun içindir ki Atatürk, cumhuriyetle daha da büyümüştür.

Atatürk gibi gerçek bir Türk milliyetçisine sahip olduğumuz için ne kadar gururlansak azdır. Fakat bizler fert ve millet olarak onun yolundan giderek ülkemizin çağdaş medeniyet seviyesine erişmesine katkıda bulunmalıyız. Atatürk’ü sevmek ve onun izinde olduğumuzu ispatlamak hamaset dolu kuru laflarla olmaz. Bugün Atatürk üzerinden politika yürütenlerin çoğunun Atatürk’ü ve Atatürkçülüğü gerçek anlamda anla(ya)madıklarını görüyoruz.

9 Temmuz 2008 Çarşamba

Ali Püsküllüoğlu ve Sözlük Çalışmaları


M.NİHAT MALKOÇ

Daima söylerim: “Her ölüm erkendir aslında.” Hayat bütün zorluklara ve sıkıntılara rağmen yaşanmaya değerdir. Ölümü kimse sevdiklerine yakıştırmak ve yaklaştırmak istemez. Her ölüm arkasında bir enkaz bıraksa da şair ve yazarların ölümü ayrı bir yıkımdır. Çünkü onların hayran kitleleri vardır. Böyle ölümler sadece yakın akrabaları değil, ölen kişinin sahip olduğu okur kitlesini de derinden etkiler. Ölüm, bu sefer de pek çok sözlük hazırlayarak ve özgün eser vererek Türk diline hizmet eden Ali Püsküllüoğlu’nu aramızdan ayırdı. Püsküllüoğlu, bugüne kadar yirmiden fazla Türkçe sözlük yayımlamıştı.

73 yaşında aramızdan ayrılan Ali Püsküllüoğlu, 1935 yılında Adana’nın Kadirli ilçesinde dünyaya gelmişti. Ailesi çiftçiydi. Püsküllüoğlu, ilk ve orta öğrenimini Kadirli’de tamamlamıştı. Mersin Lisesi’nde sürdürdüğü öğrenimini, hastalığı nedeniyle yarıda bırakmak zorunda kalmıştı. Çiftçilik, gazete satıcılığı, sinema biletçiliği, avukat yazmanlığı, gazetecilik ve yayımcılık işleriyle uğraşmıştı. 1959 yılında İstanbul’da Çevre Yayınevi’ni kurmuştu. Kadirli’de “Karacaoğlan” adlı haftalık bir gazete çıkarmıştı. Türk Dil Kurumu’nda Yayın ve Tanıtma Kolu Uzmanı olarak çalışmıştı. Türkiye Radyoları’nda Türk Dil Kurumu adına “Arı Dile Doğru”, “Ana Dilimiz”, “Öz Dilimiz” programlarını hazırlamıştı.

O, Dil Derneği’nin ve Edebiyatçılar Derneği’nin kurucularındandı. İlk şiiri Kadirli’de Oba gazetesinde yayımlanan Püsküllüoğlu, “Gül Sevgili Yurdum” adlı kitabıyla 1983’te Toprak Şiir Ödülü’nü, “Zamansız” dosyasıyla 2005’te Yunus Nadi Şiir Ödülü’nü kazandı. “Öz Türkçe Sözlük” kitabı 12 Mart döneminde toplatıldı. Dilciliğinin yanında şairdi de. “Pembe Beyaz”, “Aydınlık İçinde”, “Karanfilli Saksı”, “Uzun Atlar Denizi”, “Sırtımızda Kızgın Güneş”, “Unutma Onları”, “Yaz ve Yağmur” ve “Babadat” adlı şiir kitaplarını çıkardı.

Şair Ali Püsküllüoğlu elli yıl boyunca kalemle dost yaşadı. Bu süre içerisinde şiirden araştırmaya kadar her alanda kalem oynattı. Zengin bir külliyat bıraktı arkasında. Şiirlerinde münferit duygulardan toplumsal konulara kadar her duyguya yer verdi. Onun yaşam ve ölüm konularındaki hislerini aşağıdaki dizelerde açıkça görebiliriz:

“Yaşamak süsler eklemektir sonsuz gerçeğe

Derin bir soluk almak gibi

Pencereden dışarı bakmak gibi gökyüzüne,

Bir kırlangıç uçmak gibi

Kök salmak gibi toprağa;

Ölümse, açılan bir eski zaman sandığı.”


O, şairliğiyle beraber dil ve sözlük alanındaki çalışmalarıyla da kendini kabul ettirmiştir. Sözlük çalışmalarına 1963’te başlamış ve ilk sözlüğü olan “Öz Türkçe Sözlük” ü 1966’da yayımlamıştı. Yirminin üzerinde ve çeşitli boyutta sözlükleri yayımlanmıştır. Fakat O, Osmanlıca kelimelere şiddetle karşıydı. Bununla ilgili söylediği şu sözler Arapça ve Farsça menşeli Osmanlıca kelimelere tepkisini dile getirmektedir: “İrtica, eskiyi geri getirme eylemidir. Bunu siyasal, toplumsal alandan dar bir alana, dil konusuna indirgersek Osmanlıca özlemi olarak görebiliriz. Örneğin sözlüğe kullanımdan düşmüş Arapça, Farsça sözcükleri yeniden almak da böyle bir eylem sayılmalıdır. Bir sözlük düşünün ki, daha önceki baskılarda bulunmayan Osmanlıca sözcükleri almakla yetinmemiş, buna dinsel alanda kullanılan sözcükleri de yoğun bir biçimde eklemişse, bu eyleme başka bir tanım verebilir misiniz?”

O, kendi kendini yetiştirmiş bir insandı. Zira sağlık sorunları yüzünden liseyi bile bitirme imkânı bulamamıştı. Türk Dil Kurumu yöneticileriyle dil konusunda birçok söz dalaşı yapmıştır. TDK sözlüklerinde Osmanlıca kelimelerin kullanılmasını eleştirse de kendisi “Türkiye Türkçesi’nin En Büyük Sözlüğü”nde “beşuş, isaf, suziş, rağm, talavet, vefiyat” gibi Osmanlıca kökenli ölü kelimelere yer vermiş; tutarlı davranmamıştır. Yine de şiirimize ve dilimize hizmetlerinden dolayı kendisine teşekkür ediyor, Allah’tan rahmet diliyoruz.

8 Temmuz 2008 Salı

Doğumunun 800. Yılında Nasreddin Hoca



M.NİHAT MALKOÇ

Türk mizahının tartışmasız en büyük ismi olarak kabul edilen Nasreddin Hoca, insanları gülmekten kırıp geçiren fıkralarıyla özdeşleşmiştir. Onunla kıyaslanabilecek başka bir mizah ustası ne Türkiye’de ne de dünyada vardır. Hoca güldürürken çok kere de düşündürür insanları. Bu açıdan bakınca ona nüktedanlığının yanında filozof da diyebiliriz.

800. doğum yıldönümünü idrak ettiğimiz Nasreddin Hoca’yı yıllar eskitememiştir. Onun mizah yönünü ön plana çıkaranlar İslamî ilimlerdeki birikimini göz ardı ediyor. Oysa O dinî bilgisi ve birikimi temayüz etmiş bir kişidir. Onun içindir ki “hoca” sıfatına layık görülmüştür. İlk gençlik yıllarında Seyyid Mahmud Hayranî ve Seyyid Hacı İbrahim’den dersler almıştır. Daha sonra, aldığı bilgileri “hoca” sıfatıyla öğrencilerine aktardığı söylenir. Kadılık yaptığı da ileri sürülen görüşler arasındadır. Kendisiyle ilgili bilgiler son derece azdır.

Nasreddin Hoca’nın hayatı daha çok söylentilerden ibarettir. Bu rivayetler zaman zaman olağanüstülüklere bürünmektedir. Selçuklu sultanlarıyla tanıştığı, Mevlâna Celâleddin ile dostluk kurduğu, kendisinden en az yetmiş yıl sonra yasayan Timur’la konuştuğu, birkaç yerde birden göründüğü söylenir. Bazı fıkralar ona mal edilmiştir. Timur’la ilgili pek çok uydurma fıkrası vardır. Uydurma diyorum; çünkü O, Timur’la aynı asırda yaşamamıştır. Timur’dan nefret eden, onun zulmünden bıkan halk Nasreddin Hoca aracılığıyla ondan intikam almıştır. Bu fıkralardan birini dikkatinize sunmak istiyorum: “Hoca ile Timur bir gün hamamda yıkanırken, Timur: -Hoca söyle bakalım, ben bir köle olup satılacak olsam değerim ne olur? Hoca Timur’u göz ucuyla süzdükten sonra cevap verir: -Kanaatimce elli akçedir senin değerin. Timur, bu cevap üzerine öfkelenir: -İnsaf et yahu! Sadece üzerimdeki peştamal elli akçe eder. Hoca istifini bozmadan cevap verir: -Tamam işte...!”

Türk mizahının gelmiş geçmiş en büyük ismi olarak kabul edilen Nasreddin Hoca halkın içinde yaşayan, halktan bir adamdı. Onun yüksek zümre insanlarıyla ilişkisi yok denecek kadar azdır. Sanırım halkımız da kendisinden olan, kendi duygu ve düşüncelerini savunan bu bilge insanı, ortak noktalarının çokluğu nedeniyle baş tacı etmiştir. Hoca kendini halkın üzerinde gören mağrur idarecilerden uzak durmuş, onları eleştirmiştir.

Nasreddin Hoca’nın fıkralarında eşeği ayrı bir yer tutar. Onun fıkralarının dekorunda eşek birinci sırada yer alır. Hoca’yı eşeğinden ayrı düşünemezsiniz. Eşek o zamanlar vazgeçilmez bir ulaşım ve taşıma vasıtasıydı. Tabir caizse Hoca’nın eşeği Hoca kadar şöhretlidir. Aslında Hoca’nın fıkralarında eşek yergi ve alay unsuru olarak da kullanılmaktadır. Bu hayvan; ezilmişliğin, horlanmışlığın simgesidir aynı zamanda. Eşek küçük yapılıdır, görüntüsü bile insanı güldürebilecek bir hayvandır. Eşeklerin inatçılığı, ayak diremesi meşhurdur. Fakat at öyle değildir. At asaletin, yiğitliğin sembolüdür. Onun içindir ki Hoca’nın atla ilgili fıkrası yoktur. Onun eşeğini fıkralarının her yerinde görmek mümkündür.

Hoca’nın dinî altyapısı sağlamdır. İyi bir din eğitimi almıştır. Anadolu’da herkes dinî terbiyeye önem verir. Fakat bazı kişiler kulaktan dolma yalan yanlış bilgilerle ahkâm kesmeye kalkınca Hoca onlara haddini bildirir. Kaba softalara indirici darbeyi vurmakta tereddüt etmez. Dinî duyguları hiçbir zaman hafife ve alaya almaz. Müslümanlığı ön planda tutar.

Nasreddin Hoca’nın fıkralarında hazırcevaplık ayrı bir yer tutar. Onun mantıksız gibi görünen bazı fıkralarının ve düşüncelerinin, dikkat edildiğinde hiç de öyle olmadıkları görülür. “Ya Tutarsa” fıkrasına gülenler; piyangolardan, toto ve lotolardan medet umanlara niçin gülmezler? Onların ikramiye hususundaki düşük ihtimallerini niçin makul görürler?

Hoca Nasreddin bizim gülen ve güldüren yüzümüzdür. Çağımızda ona ve onun gibi güldüren akıl hocalarına ne kadar da ihtiyacımız vardır. Fakat onu basit komedyen kılığına düşürmemeliyiz. Çünkü O bizim inançlarımızı, medeniyetimizi ve insanî diyalektiğimizi yansıtıyor. Hoca’yı bütün dünya tanıyor. Onu daha donanımlı olarak dünya mizah pazarına taşımalıyız. Onun şöhretinden yararlanarak ülkemizin tanıtımına katkıda bulunmalıyız.


7 Temmuz 2008 Pazartesi

Erdem Bayazıt’ın Vedaı

M.NİHAT MALKOÇ

Ömrün hasat zamanı gelince Azrail geride kalanları hüzne boğarak vazifesini ifa ediyor. “Her nefis ölümü tadacaktır.” (Al-i İmran S. 185) hakikati muhakkak tecelli ediyor. Ölüm bir kere yaşanıyor ama tam yaşanıyor. Allah’ın en sevgili kulu Hz. Muhammed(sav) bile ölüm yolundan geçerek ölümsüzlük makamına kavuştu. Günümüz insanı ölümü soğuk ve sevimsiz buluyor. Oysa hiç de öyle değil. Ölüm aslında Mevlana’nın nitelediği gibi bir şeb-i arus(düğün gecesi) tur. Ölümü itici bulanlar; onu zihinlerden silmek, hatırdan çıkarmak için bin bir türlü yola başvuruyorlar. Fakat bu boş gayretler ölüm gerçeğini örtbas etmiyor. Ölümü başımızdan savamıyoruz. “Şimdi yapacak çok işim var, biraz eğlen sonra gelirsin” diyemiyoruz. Her gün birileri hayattan kopuyor. Bunları görmemek neyi halleder ki!...

Ölümsüz bir hayata giden yol ölümden geçiyor. Ölümsüzlük varken kim tercih eder faniliği?... İşin gerçeği bu olsa da bizler peşin hazları tercih ediyoruz. Dostlarımız elimizden kayıyor da buna müdahil olamıyoruz. İşte o dostlardan birinin ölümüne daha şahit olduk. Uzun zamandan beri kanser tedavisi gören son dönem Türk şiirinin yaşayan en büyük simalarından biri olan Erdem Bayazıt’ı âlem-i hakikiye uğurladık. Onun ölümüyle şiirimiz çok büyük bir değerini kaybetti; biraz daha eksildi bence. Şair, yazar, düşünce adamı ve eski milletvekili Erdem Bayazıt son dönem Türk şiirine damgasını vurmuş ender şahsiyetlerdendi.

Sanat hayatının 50. yılında kendisi için görkemli vefa programları yapıyorlardı. Fakat bu mutluluğu çok sürmedi. Kanser hastalığının pençesine yakalandığını o zaman içerisinde öğrendi. Bundan sonra bir daha da düzelip kendine gelemedi. Kader onu en mutlu anında acı gerçeklerle tanıştırdı. Şöhretin ve vefanın hazzını doyasıya yaşayamadan amansız hastalıkla boğuştu. Hayatında hep zorluklara göğüs germişti ve başarmıştı. Ama bu sefer ilk kez yenildi.

Erdem Bayazıt, 1970’li yıllarda yazar Rasim Özdenören, merhum Cahit Zarifoğlu ve Akif İnan gibi şair ve yazarlarla “Mavera” dergisini çıkarmıştı. Yine o yıllarda “Büyük Doğu”, “Diriliş'” ve “Edebiyat” gibi dergilerde yazılar kaleme almıştı. O her dönemde mazlum milletlerin sesi olmuştu. Modern Türk şiirine geleneksel açılımlar getirmişti. Şiirlerinde yerelle evrenseli birleştirme başarısını göstermişti. İnsanî değerleri anlatmıştı.

Şair, yazar ve eski milletvekili Erdem Beyazıt, Eyüp Camii’nde kılınan cenaze namazının ardından, Eyüp Sultan Mezarlığı’nda toprağa verildi. Tabutunu sağ yanından Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, sol yanından da Başbakan Recep Tayip Erdoğan omuzlamıştı. Bu hazin ve bir o kadar da mağrur görüntü beni çok duygulandırdı. Büyük şair Erdem Bayazıt şanına layık bir törenle, devletin zirvesinin de yer aldığı bir cenaze merasimiyle ebediyete uğurlandı. Bu büyük şeref her faniye nasip olur cinsten değil. O bunu hak etti; Hakk da ona nasip etti. Merhum Erdem Bayazıt’ın cenazesinde vefa en yüksek düzeyde hayatiyet buldu.

Merhum Erdem Bayazıt müteşair değil, hakiki şairdi. Son dönem Türk şiirine adını altın harflerle yazdırmıştı. Onun şiirlerinde iğreti ifadelere rastlayamazsınız. Azıcık da olsa mürekkep yalamış, aydın kişiler merhum Erdem Ağabey’i bilirler. Onun şiirlerinden en az biri pek çok kişinin hafızasında mevcuttur. Umutlarımız, özlemlerimiz, aşklarımız ve sancılarımız Bayazıt’ın mısralarında ebedileşmiştir. Duyup da ifade edemediklerimizi onun dizelerinde bulabiliyoruz. O yedi güzel adamdan(Rasim Özdenören, Alâeddin Özdenören, Cahit Zarifoğlu, Mehmet Akif İnan, Hasan Seyithanoğlu, Ersin Gürdoğan) biriydi.

Erdem Bayazıt, inanmış bir adamdı. Onun içindir ki ölümü metanetle karşılıyordu. Ölümden hiçbir zaman korkmamıştı. Çünkü ölüm dostların vuslatına vesileydi. O, ölümle, ruhun tenden ayrılışıyla ölümsüzlüğe kavuşulacağının idrakindeydi. Bu bakış açısını şiirlerine de yansıtmıştı. İyi ki yaşadı ve bizlere kıymetli şiirlerini miras bıraktı. Sözlerimi onun ölüme dair dizeleriyle sonlandırırken kendisine Allah’tan rahmet diliyorum. Ruhu şad olsun.

“Ölüm bize ne uzak bize ne yakın ölüm
Ölümsüzlüğü tattık bize ne yapsın ölüm”

Necla Pekolcay da Geçti Dünya Üzerinden…


M.NİHAT MALKOÇ

Güzel insanlar bizleri dünya gurbetinde yalnız koyup birer birer göçüyor. Doğumlar da devam ediyor bir yandan ama gidenlerin yerleri kolay kolay dolmuyor. Yaşlı dünyamız her geçen gün asaletinden bir şeyler kaybediyor. Yıldızlar güneşini yitirince karanlığa gömülüyor mekân… Dünyamızın yıldızları mesabesinde olan ilim ehlinin göçü, değerlerin de göçünü hızlandırıyor. Onun içindir ki âlimin göçü âlemin göçü olarak görülüyor.

Ülkemizde kadınlar yakın zamana kadar ilim sahasında çok etkin değildi. Kadınlarımız genellikle işin içinde bizzat olmak yerine erkeklerin arkasında dağ gibi duran insanlardı. Geçmişte mevcut şartları zorlayıp bir yerlere gelen kadınlara ayrı bir saygı ve hayranlık duyuyorum. Geçmişle bugün arasında köprü kuran bu güçlü kadınların sayısı çok fazla değildir. Bu kadınlardan biri de Necla Pekolcay’dı. Geçmiş zaman kipini kullanıyorum çünkü bu güçlü akademisyen kadını ne yazık ki kaybettik. O, Türk-İslam edebiyatında başlı başına bir otoriteydi. Hocaların hocasıydı kendisi… İlahiyat fakültelerindeki Türk-İslam edebiyatı kürsüsünün kurucusuydu. Kendine has metotları olan sıra dışı bir hocaydı.

Necla Pekolcay, hoş bir seda bıraktı dünyada. Bir kadının ne kadar güçlü olabileceğini, erkeklerle başa baş yarışabileceğini gösterdi. Şahsına münhasır özelliklerini saydığımız ilk kadın akademisyenlerden Doç. Dr. Necla Pekolcay 3 Temmuz 2008 tarihinde vefat etti. 83 yaşında ebediyete göçen Necla Pekolcay, ardında şanlı bir kişisel mazi bıraktı. Nice öğrenci onun rahle-i tedrisatından geçmişti. Talebeleri arasında ülkemizde önemli hizmetler gören bakanlar, milletvekilleri ve akademisyenler mevcuttur. Hatta bugünkü Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu da onun öğrencisiydi. Onun öğrencileri, üniversitelerde hocalarından aldıkları bilgi ve becerileri kendi öğrencilerine aktardı. Üniversitelere yüzlerce hoca kazandırdı Pekolcay…. Kadın akdemiysen olarak da pek çok ‘ilk’e imza attı. İstanbul Üniversitesi’nden mezun olan ilk kadın filolog Necla Pekolcay’dı. Yüksek İslam Enstitüsü’nün ilk bayan hocalarından biriydi kendisi. Bu şeref de ona aitti.

1925’te İstanbul’da doğan Pekolcay, MEB İslâm Ansiklopedisi’nde musahhih ve yazar olarak çalışmıştı. Çeşitli ortaöğretim kurumlarında Türkçe ve edebiyat öğretmenliği yapmıştı. Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi’nden emekli olduğu 1992 yılına kadar Türk İslâm Edebiyatı Anabilim Dalı’nda öğretim üyesi olarak çalışmıştı. Süleyman Çelebi ve Mevlid’i üzerine yaptığı çalışmalarla dikkat çeken Necla Pekolcay’ın 300’ü aşkın makalesi, 80’e yakın tebliği ve 10 kitabı bulunuyordu. Verimli olmak ve yaşadıkça üretmek buna denir.

Merhum Pekolcay, dolu dolu yaşamış, yaşadıkça ülkesi ve milleti için en güzel hizmetler sunmuş ender şahsiyetlerden biriydi. Onun hayatında boşluk kavramı yoktu. Ancak boş insanların boş zamanı olabilirdi. Uzun ömründe hiç boş zamanı olmadı onun. Zamanı en güzel işlerle ve hizmetlerle doldurdu. Ne yaptıysa kamu yararına yaptı. Yaptıklarını ve yaşadıklarını ölmeden evvel kaleme almayı çok istiyordu. Çünkü bu örnek hayat gençlere model olacak kadar dolu geçmişti. Onun içindir ki anılarını yazmayı çok istedi ve yazdı. Hatıralarını “Geçtim Dünya Üzerinden” adlı kitabında bir araya getirerek yok olmaktan kurtardı. O aramızdan ayrılsa da yaptıklarıyla ve yazdıklarıyla gönlümüzde hep olacak.

Pekolcay’ın hatıraları, bir kişinin hayatını anlatmaktan öte bir devrin acı tatlı hikâyelerine tanıklık ediyor. Necla Pekolcay hanımefendi bir röportajında hatıralarını kaleme alış sebebini şöyle izah ediyordu: “Naçiz kanaatime göre hasbelkader bazı önemli görevlere gelmiş, mühim işler yapmış veya bizim için hayatî derecede kıymetli bir kısım olaylara şahitlik etmiş insanların, hatta sıradan kişilerin hatıratları; onların şahsî hatıraları olmaktan öte kamu malı addedilmesi ve bu sebeple de mutlaka yazılı-kayıtlı olarak topluma aktarılması gereken malumat mesabesindedir. Çünkü herkesin hayatı bizden bir parçadır ve herkesteki bize ait parçayı bilmek yani kendimizi daha iyi ve sıhhatli tanımak hakkımızdır.”

Bu büyük hocanın adı, ilklerin kadınının hatırası yaşatılmalıdır. Allah rahmet eylesin.

5 Temmuz 2008 Cumartesi

Düğün Evinde Cenaze Hüznü Yahut Hasan Doğan’ın Ölümü





M.NİHAT MALKOÇ

Ölüm genç bir spor adamını aramızdan ayırdı. Türkiye Futbol Federasyonu’nun çiçeği burnunda başkanı Hasan Doğan 05 Temmuz Cumartesi günü geçirdiği kalp krizi sonucu hayatını kaybetti. Oysa bir hafta evvel Türk millî takımı Avrupa Futbol Şampiyonası’nda Avrupa’nın ve dünyanın sayılı takımlarını diz getirerek Avrupa üçüncüsü olmuştu. Önce gruptan çıkmışlar, ardından yarı finale kadar yükselmişlerdi. Yer gök kırmızı beyaza boyanmıştı. Büyük küçük sokaklara dökülmüştük; içimiz içimize sığmıyordu. Bu başarının mimarları Türkiye Futbol Federasyonu Başkanı Hasan Doğan, Teknik Direktör Fatih Terim ve yüreklerini ortaya koyan futbolculardı. Şimdi bu başarı sacayağının bir ayağını maalesef kaybettik. Avrupa’yı titreten ve adından sıkça söz ettiren takımın başkanı artık yok aramızda.

Genç yaşta ebediyete uğurladığımız Futbol Federasyonu Başkanı Hasan Doğan’ın Millî Takımın her gol atışında sevincini eşine sarılarak paylaştığı kareler gözlerimin önüne geliyor. O ne büyük sevinçti, o ne büyük coşkuydu yüreğinde yaşattığı, büyüttüğü?... Türkiye’nin bu turnuvada bir şey yapamayacağı, sıfır çekeceği, hatta gol atmaya bile muvaffak olamayacağı çokbilmiş spor yazarları arasında konuşuluyordu. Fakat Türkiye Futbol Federasyonu Başkanı Hasan Doğan böyle düşünmüyordu. O, kırmızı beyaz formayı giyen aslan yürekli futbolcularımıza güveniyordu. Başarının geleceğine yürekten inanıyordu. Nitekim düşündüğü ve inandığı gibi oldu her şey… Türkiye bir destan yazdı Avrupa’da…

Kim derdi bu sevinç karelerinin yerini bir hafta sonra hüzün kareleri alacak. Hayat ne kadar garip değil mi? ‘Gülmenin kardeşi ağlamaktır’ diyenler ne de doğru söylemişler. Bir saat sonrasını hiç kimsenin kestiremediği bir dünyada yaşıyoruz. 52 yaşındaki bir insan hiçbir hastalığı yokken ve de en popüler olduğu bir zamanda Azrail’e teslim ediyor canını.

Merhum Hasan Doğan çok büyük heyecanlar yaşadı Avrupa Şampiyonası sırasında. Türkiye’nin başarısının hazzını bütün hücrelerinde hissetti. Fakat o heyecanların yaşandığı demlerde gelmeyen kalp krizinin, her şeyin durulduğu, sükûnete erdiği bir zamanda çıkıp gelmesi enteresan değil mi? Artık her şey bitmiş. Türkiye Avrupa üçüncülüğü koltuğuna oturmuş, her yerde düğün bayram var. Bu düğün en çok da Hasan Doğan’ın evinde yaşanıyordu. Böyle bir zamanda düğün havası dağılıyor, onun boşluğunu cenaze hüznü alıyor.

Hasan Doğan, 1956 yılında Kastamonu’nun Abana ilçesinde doğmuştu. İlk, orta ve lise tahsilini İstanbul’da yapan Doğan, 1979 yılında Yıldız Teknik Üniversitesi Makine Mühendisliği Bölümünü bitirdikten sonra 1979-1980’de İngiltere’de lisan eğitimi almıştı. 1981-1988 yılları arasında Koç Holding bünyesindeki ‘Beldesan’ firmasında Pazarlama Koordinatörü olarak görev yapan Doğan, 1988 yılında kurucusu olduğu Ramsey’in genel müdürlüğü görevini üstlendi. Merhum Hasan Doğan evliydi ve iki çocuk babasıydı.

Hasan Doğan, Levent Bıçakçı’nın Futbol Federasyonu başkanı olduğu dönemde federasyonda başkan vekili olarak görev almıştı. Hasan Doğan’ın bu görevleri dışında, İstanbul Sanayi Odası Meclisi, Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği Sanayi Konseyi, Boks Federasyonu Yönetim Kurulu üyelikleri bulunuyordu. Türkiye Futbol Federasyonu Başkanı Hasan Doğan, bunların yanında Türkiye Milli Olimpiyat Komitesi üyesi ve Beşiktaş Kulübü kongre üyesi olarak sporun içinde yer almıştı. Toplam 143 gün başkanlık yapan Doğan, genel kurula katılıp oy kullanan 231 delegenin 222’sinin oyunu alarak başkanlığa seçilmişti.

Hasan Doğan’ın Futbol Federasyonu Başkanı olmasından sonra futboldaki kargaşa ortamı yerini dostluk ve huzura bırakmıştı. Kısa zamanda futboldaki hizipleşmenin önüne geçmişti Herkese gül dalı uzatmıştı. Bütün kulüplere aynı mesafede durmuştu. Meydan okuma, korkutma yerine sevgi ve hoşgörüyü ön planda tutmuştu. Ülke idaresinin başındaki Başbakan Recep Tayip Erdoğan’la çok iyi dost olmalarına rağmen futbolla siyaset arasına mesafe koymuştu. Futbolun politize olmasına izin vermemişti. Türk Futbolu’nun gelişmesi için eğitim hamlesi başlatmıştı. O, kısa zamanda çok şey yapmıştı. Allah rahmet eylesin.

4 Temmuz 2008 Cuma

Akşam Oldu Hüzünlendim Ben Yine…




M.NİHAT MALKOÇ

“Akşam oldu hüzünlendim ben yine” şarkısını her dinlediğimde, geçen zamanın bizlerden ne çok şey kopardığını düşünürüm. Her geçen gün taze başlangıçlara zemin hazırlarken öte yandan, yaşanan an’ın da tarih olmasına yol açıyor. Geçen günler muhayyilemizde izler bırakarak zaman ötesine taşınıyor. Geçen zaman yılların harmanladığı kıymetlerimizi de koparıyor bizden. Gün geçmiyor ki bir yaprak kopmasın dalından.

Ömrün mevsimleri kişiden kişiye değişiyor. Birileri baharı yaşarken birileri kışı yaşıyor. Durum böyle olunca mevsimler de, hisler de birbirine karışıyor. Ömrünün kışını yaşayan ilk kadın bestekârımız Semahat Özdenses’in uzun bir ömrün ardından gerçek dünyasına göçü bana bu hissiyatı yaşattı. O da bütün canlıların yaşayacağı mukadderatı yaşayarak aramızdan ayrıldı. Fakat kadife sesini eski plaklarda ebedileştirerek gerçek anlamda hoş bir seda bıraktı dünyada. Onun güzel bestelerini bundan sonra da severek dinleyeceğiz.

Özdenses’in adı “Akşam oldu hüzünlendim ben yine” şarkısıyla özdeşleşmişti adeta. Zaten her şairin, genel anlamda her sanatçının özellikle bir eseri kendi adıyla özdeşleşir. Lemi Atlı, Refik Fersan, Fahire Fersan gibi usta sanatçılardan ders alan Semahat Özdenses uzun bir ömrün ardından ebediyete göç etti. 4 Temmuz 2008’de ölen Özdenses 95 yaşındaydı.

“Akşam oldu hüzünlendim ben yine” şarkısının bestecisi Özdenses, 1913 yılında Üsküdar’da doğmuştu. Üsküdar Kız Sanat Okulu’ndaki öğrenimini müzik aşkından dolayı yarıda bırakmıştı. Uzun yıllar Ankara Radyosu’nda ses sanatçısı olarak görev yapan Özdenses’in ilk plağı “Beklerim Her Gün” adıyla 1941’de çıkmıştı. 1940 yılında bestekârlığa başlayan Özdenses, uşşak makamında “Akşam oldu hüzünlendim ben yine” ve “Her mevsim içimden gelir geçersin”; hüzzam makamındaki “Dün gece mehtaba daldım” adlı şarkılarıyla adını müzikseverlere duyurmuştu. Semahat Özdenses’in babası Yüzbaşı İshak Efendi, Çanakkale’de şehit olmuştu. Özdenses 1939 yılında Yüzbaşı Faruk Ergökmen’le evlenmişti.

Özdenses’in besteleri zamana nakış nakış işlendi. Çok sevilen “Akşam oldu hüzünlendim ben yine” şarkısının sözlerini Ahmet Cengizoğlu yazmıştı. Bir Semahat Özdenses bestesi olan uşşak makamındaki bu şarkıyı Bülent Ersoy, Ahmet Özhan, Müzeyyen Senar gibi sanatçılar da albümlerine almıştı. Fakat bu şarkıyı bestecisinin sesinden dinlemek ayrı bir keyif veriyor insana. Şarkının sözlerinden bir kısmını sizlerle paylaşmak istiyorum:

“Akşam oldu hüzünlendim ben yine
Hasret kaldım gözlerinin rengine
Gel mehtabım gel sevgilim gel yine
Hasret kaldım gözlerinin rengine”

Toplam 35 bestesi TRT repertuarında bulunan Semahat Özdenses’in besteleri arasında şunları sayabiliriz: “Zaman içinde ömür bir gün gibi çok kısa”, “Bitmeyen bir gecenin sabahında uyandım”, “Sensiz doğar gün batar”, “Öyle bir âh eylerim ki âh elimden âh çeker”, “Dile yâdın gelir bakınca ay’a”, “Dün gece mehtâba dalıp hep seni andım”, “Kader ayırsa bile hayâlimden gitmedin”, “Mahzûn kalbim günden güne aşkınla eriyor”, “Mızrabından dökülen nağmede kaldı bu gönlüm”, “Öyle bakma güzel gözlüm”, “Hastayım zevk u safâdan uzak”, “Gönül hasretle giryandır”, “Son hâtıranın üstüne ben hicranla eğildim”, “Uyutmaz kimseyi sensiz benim feryâd ü efgânım”.... Klasikleri içeren bu listeyi daha da uzatabiliriz.

Semahat Özdenses üç yıldan beri huzur evinde kalıyordu. Benim anladığım o ki son yıllarda vefa duygusu gelişiyor bizde. Zira geçtiğimiz yıllarda Semahat Özdenses’in adı Kadıköy Belediye Başkanlığınca Kadıköy Kültür Merkezine verilmişti. Öte yandan sanatçının Üsküdar’da ikamet ettiği sokağın adı da “Semahat Özdenses Sokağı” olarak adlandırılmıştı. Geçtiğimiz yıllarda Kültür ve Turizm Bakanlığı da Semahat Özdenses’e ve sanatta elli yılını geride bırakanlara “Kültür Sanat Hizmet Ödülleri” vermişti. Bu, iyiye gidişin bir işareti olarak görülebilir. İlk kadın bestekârımız Semahat Özdenses’e Allah’tan rahmet diliyoruz.

2 Temmuz 2008 Çarşamba

İlk Atom Mühendisimiz Ahmet Yüksel Özemre’nin Ardından…


M.NİHAT MALKOÇ

Sayıları çok az olan, çağımızın alperenlerinden biri daha göçtü dünyamızdan… Türkiye’nin ilk atom mühendisi Prof. Dr. Ahmet Yüksel Özemre’den bahsediyorum. “Âlimin ölümü âlemin ölümüdür” demişti Resulullah Efendimiz… Bu söz ne kadar da doğrudur. Gerçekten de âlimler âleme ışık saçıyorlar. Onlar göç edince âlem karanlıkta kalıyor. Rahmet-i Rahman’a göç eyleyen Ahmet Yüksel Özemre, Türkiye’nin medar-ı iftiharıydı. 34 yaşında profesör olma başarısını göstermişti. Türkiye Atom Enerjisi Kurumu’nun eski başkanlarındandı. Tam bir görev adamıydı. Fizik alanında otorite sayılırdı. Fransızca, İngilizce, İtalyanca, Almanca ve İspanyolca dillerini bilirdi. İlmi açıdan Türkiye’nin değil, dünyanın da sayılı bilim adamlarından biriydi kendisi… Bir o kadar da mütevazıydi.

Özemre, irfanıyla temayüz etmiş, ilmiyle amil, bilgi ve görgüyle dopdolu, Osmanlı terbiyesi almış bir İstanbul Beyefendisiydi. Üsküdar’da doğmuş, hayatının son nefesini de çok sevdiği bu yerde vermişti. O bir Üsküdar aşığıydı. Türk İstanbul’un ilk ayağı olan Üsküdar, onun kişiliğini şekillendirmişti. Kimliğini bu şehrin kimliğiyle özdeşleştirmiş, ezanların sesinde bulmuştu huzuru. 35’i telif olmak üzere 45 esere imza atmıştı. Fizik alanının dışında, tasavvufa da ilgi duyardı. Bu sahada derinleşmiş, aldığı tasavvuf terbiyesiyle nefsine en büyük tokadı vurmuştu. O, Yunus Emre misali gönüllere girmeyi önemsiyordu. Gönlündeki ışığı Üsküdar’dan Türkiye’ye ve dünyaya gönderiyordu. Sevgiler büyütüyordu yüreğinde.

Merhum Ahmet Yüksel Özemre, hocaların hocasıydı. Onun rahle-i tedrisatından geçen yüzlerce öğrenci şimdi Türkiye’nin önemli yerlerinde vazife görmektedir. Öğrencilerinden 61’i bugün profesör unvanıyla ülkemize hizmet etmektedir. Bence kişinin en büyük eseri çocukları, eğittiği kişiler ve arkasında bıraktığı faydalı kitaplardır. O bunların hepsini yaparak gönül huzuruyla öylece Rabbine göçtü. İnançlı ve köklü bir ailedendi. O, anne babasından gördüklerini bir adım daha ileri götürdü. Zira babası Kur’ân tilâvet ekolünün en son şahsiyetlerinden Hafız Mehmet Nurullah Bey’di. Özemre önce Galatasaray Lisesi’ni bitirdi. Sonra İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi’ne girdi. Dört yıllık bu okulu iki buçuk yılda bitirdi. Çernobil olayı olduğu sırada Atom Enerjisi Kurumu Başkanıydı. Çernobil’in günah keçisi ve istenmeyen adam ilan ettiler onu. Çok sıkıntılar çekti o dönemlerde. Mahkemelerde hakkında yüzlerce dava açıldı. Sonunda hak yerini buldu ve beraat etti. Fakat zor günler geçirdi.

Prof. Dr. Ahmet Yüksel Özemre bilim adamlığının yanında kültür adamıydı da… Hayatı boyunca inançlarından asla taviz vermedi. Onun içindir ki bazı dünyevî nimetlerden mahrum kaldı. Çok güçlü bir hafızası vardı. Boş zamanı hiç yoktu. Çalışkan ve gayretli bir insandı. Fizikle beraber metafizik de onun ilgi alanına giriyordu. Akademik etikete değil, yürek temizliğine ve kişiliğe değer veriyordu. Onun ölçüleri Kur’an’ın ölçüleriydi.

O, maddi ilimlerle manevî ilimleri aynı potada eritme başarısı göstermişti. İslamiyeti hakkıyla yaşayan ve yaşatan bir gönül eriydi. “Kadere iman eden, kederden emin olur.” sözü beni etkileyen ifadelerin başında gelir. Hayatını inancına adayan ve hayırda yarışan örnek bir müslümandı Özemre… Mal mülk biriktirmeyi hiçbir zaman düşünmedi ve sevmedi. Elindekini ihtiyaç sahipleriyle paylaştı. Türkçenin bilim dili olamayacağını söyleyenlere Türk diliyle yazdığı, içerik ve üslup açısından mükemmel ders kitaplarıyla cevap vermiştir.

Özemre, hayatının son dönemlerinde büyük sağlık sorunları yaşadı. Öyle ki ömrü boyunca 23 ameliyat geçirdi. İki ayda gözünden 13 kez ameliyat oldu. Üç kez kansere ve hepatite yakalandı. Fakat inançlı bir insan olduğu için hep sabretti. Hayata sımsıkı sarıldı. Tevekkülü hayatının kılavuzu olarak gördü ve onun rehberliğinde ilerledi. En zor zamanlarda da sabır ve teslimiyetin en güzel örneğini verdi. Tek gözle üç kitap yazdı. Bedeni tükendikçe ruhu yüceldi. Hayata dört elle sarıldı. Prof. Dr. Ahmet Yüksel Özemre, 25 Haziran 2008 Çarşamba günü aramızdan ayrıldı. 73 yıllık ömrüne nice hayırlı hizmetler sığdırdı. Bu fani dünyada hoş bir seda bıraktı. Onu rahmet ve minnetle anacağız. Allah rahmet eylesin.

14 Haziran 2008 Cumartesi

Şimdi Besteler Suskun… Göç Etti Avni Anıl…

M.NİHAT MALKOÇ

Ölüm meleği Azrail, kıymetli kıymetsiz ayrımı yapmadan “Her canlı ölümü tadacaktır” ayeti gereğince canları ötelere taşıyarak ölümsüzleştiriyor. Gün geçmiyor ki sala sesleriyle uyanmayalım. Gerçi son yıllarda şehirlerde sala seslerini pek duymuyoruz. Zira ölümü çağrıştıran bu sesler, insanların moralini bozuyor diye artık şehirlerde yankılanmıyor. Oysa gerçeklerin üstünü örterek onları bertaraf edemeyiz. Ölüm de hayatın vazgeçilmez bir gerçeğidir. O hepimizin tadacağı, bazı kişilere göre acı, bazı kişilere göre tatlı olabilecek bir duygudur. Bu, kişinin sürdüğü ömrün içeriğine göre değişiyor. Kişi cenneti de, cehennemi de dünyadan götürüyor. Kimseyi suçlamaya, boşu boşuna yakınmaya hakkımız yoktur.

Ölüm bu sefer de bestelerin gür sesi olan Avni Anıl’ı susturdu. Türk musikisinin gelmiş geçmiş mühim şahsiyetleri arasında çok önemli bir yere sahip olan Avni Anıl, arkasında birbirinden kıymetli besteler bırakarak aramızdan ayrıldı. O, bundan sonra duygularımızı coşturan besteleriyle yaşayacak. 23 Nisan’da doğmuştu Avni Anıl… Çocukların bayram ettiği bir günde dünyaya gelmişti. 23 Nisan 1928 tarihinde İstanbul’da doğan Anıl, seksen yıllık uzun ve verimli bir hayat sürdükten sonra 14 Haziran 2008 tarihinde çok sevdiği güzel İzmir’de hayatını kaybetti. Anıl’ın 120’nin üzerinde bestesi vardı. Kültür Bakanlığı 1998 yılında yerinde bir kararla kendisine Devlet Sanatçısı unvanını vermişti.

Polislikten gelme bir bestekârdı O… Askerliği sonrası Polis Enstitüsü’ne giren Avni Anıl, 1955 yılında polislikten ayrılmış ve gazeteciliğe başlamıştı. Üç yıl Akşam gazetesinin sanat sayfasını yönetmişti. 1955-1967 yılları arasında İstanbul Radyosu’nun haber servisinde çalışmıştı. 1967’de ‘Anıl Yayın Ajansı’nı kurmuş, Dünya gazetesinin sanat sayfasını yönetmişti. ‘Musiki ve Nota’ dergisini çıkarmıştı. İki kızı bulunan ve hayatını İzmir’de sürdüren Avni Anıl, beynindeki bir rahatsızlık nedeniyle iki defa hastanede tedavi görmüştü.

Türk sanat müziği denince akla gelen ilk isimlerdendi Avni Anıl… İlk bestesini 1951 yılında yapan Anıl, 57 yılda pek çok unutulmaz besteye imza atmıştı. Müzik eğitimine Üsküdar Halkevi’nde 1943 yılında başlayan ünlü bestekâr, ilk derslerini Emin Ongan’dan almıştı. “Musiki Sözlüğü” adlı dört ciltlik eserinde musiki tarihi için önemli hatıralar yayımlamıştı. Şarkılarından birçoğu, son elli yılın en sevilen şarkıları arasında sayılıyordu. Avni Anıl’ın dillerden düşmeyen, gönül telimizi oynatan ve unutulmayan bestelerinden bazıları şunlardır: “Biraz Kül Biraz Duman, Ağla Gitar, Aşk Bu Değil Yapma Güzel, Akşamın Olduğu Yerde Bekle Diyorsun, Gözlerin Bir Aşk Bilmecesi Sorar Gibi, Mihrabım Diyerek Sana Yüz Vurdum, Kaderimde Hep Güzeli Aradım, Öyle Dudak Büküp Hor Gözle Bakma, Dilşâd Olacak Diye Kaç Yıl Avuttu Felek, Bir Peri Masalı Kulaklarına, Gün Be Gün Yaşanan O Hatırayı Unutup Bir Yana Atmak Olmaz ki...” Hiç unutulur mu bu şarkılar?...

Türk müziğinin yaşayan en büyük isimlerinden biri olan bestekâr Avni Anıl, göçüp giderken arkasında hoş bir seda bıraktı. O, bestelere bir ömür adayarak, Türk müziğine büyük katkılarda bulunmuştu. Türk müziğinin tartışmasız duayenlerinden biriydi Avni Anıl… Sağlığında adına beste yarışmaları düzenlenmişti. Yaşarken kıymeti bilinen ender şahsiyetlerden biriydi. Rast makamından hicaz makamına kadar her makamda beste yapan Anıl, gençlerimize Türk müziğini sevdirmişti. Anıl’ın TRT repertuarında pek çok eseri vardır.

Türk sanat musikisine ölümsüz eserler kazandıran Anıl, hicaz makamındaki “Dil Şad Olacak” adlı bestesiyle tanınmıştı. Arkasından nihavent makamındaki “Biraz Kül Biraz Duman” adlı bestesi şöhret basamaklarını tırmanmasına zemin hazırlamıştı. Onun, beste yapmanın dışında ülkeyi baştanbaşa gezme sevdası vardı. Ülkemizi gezmek için vesile arardı.

Müzikte kaliteye çok önem verirdi Avni Anıl... Onun eserlerinin geniş kitleler tarafından çok sevilmesi ve kalıcı olması, sanırım bestelerini bir kuyumcu titizliğiyle yapmasındandır। Kanaatimce, onun bıraktığı boşluk kolay dolmayacak. Avni Anıl dünyadan göç eylese de birbirinden değerli şarkıları gönüllerde yankılanacak. Allah rahmet eylesin.