26 Ocak 2008 Cumartesi

Güneri Kadirbeyoğlu’nun Ardından…

M.NİHAT MALKOÇ

Önümde bir gazete duruyor… Üzerinde de “Gümüşhane’nin sevilen simalarından emekli öğretmen, fotoğraf sanatçısı Güneri Kadirbeyoğlu hayatını kaybetti.” haberi… İnsan tanıdığı bir kişinin bu son haberiyle mahzunlaşıyor bir an… Hayatın yoğunluğunda belki çoktandır hatırımıza getirmeyiz dostlarımızı… Fakat bu hüzünlü manşet bize onu hatırlatıyor. Acı bir hatırlayış bu… Bu son hatırlayış oluyor. Üzücü olan da bu zaten… Acıyla ve kederle son hatırlayış… Gözlerimin önünde asılı kalıyor gülen siması… Gördüğümüz son görüntü gitmiyor göz önünden. Zira son kare kalıyor zihinlerde. Öylece resmediliyor belleklere…

Beklenmedik bir zamanda aramızdan ayrılan Güneri Kadirbeyoğlu, Gümüşhane’nin yetiştirdiği ‘beyefendi’ mizaçlı insanlardan biriydi. O, bir Gümüşhane âşığıydı. İçinde doğduğu topraklara aşk derecesinde bağlıydı. Kadirbeyoğlu, adı Gümüşhane’yle özdeşleşmiş değerlerden birisiydi. Gümüşhane ona sevginin en üst basamağı olan aşkı çağrıştırırdı. Eğitimci ve fotoğraf sanatçısı olan Güneri Ağabey, dürüstlük ve hoşgörüde emsalsiz bir insandı. Şahsiyetiyle Gümüşhane’nin yerel kimliğini ve insanî yapısını yansıtıyordu. Akif Timurhan(Zevrakî)’ın ardından bu şehre düşen büyük bir acıdır onun aramızdan ayrılışı. Gümüşhane her geçen gün değerlerini kaybediyor, abide şahsiyetler ebediyete göçüyor. Fakat endişe etmeye gerek yok, onların yerinde yeni değerler filizleniyor.

Güneri Bey nice güzel işler yapacakken, genç sayılabilecek bir yaşta ayrıldı aramızdan. Zira O, 65 yaşında olmasına rağmen hayat doluydu. Zamanın içini güzelliklerle doldurma heyecanı ve telaşı içerisindeydi. Fotoğrafçılık onun için bir tutkuydu. O, yazıyla kolay kolay anlatılamayacak pek çok şeyi fotoğrafların diliyle sözsüz anlatmıştır. Deneme yanılma yoluyla fotoğrafçılığın püf noktalarını öğrenmiştir. Fakat bu işten para kazanmayı düşünmemiştir. Onun fotoğrafları çok kere kendisinden izin alma nezaketi gösterilmeden kullanılmıştır. Kendisi çok zengin bir fotoğraf albümüne sahipti. Gümüşhane tarihini yazacakların bu zengin fotoğraf albümünü görmeleri bir mecburiyettir.

Fotoğrafçılık onun en keyifli uğraşıydı. Bu işte maharetliydi. Bununla ilgili olarak Turan Tuğlu Ağabey’in bir yazısından alıntı yapmak istiyorum. Buna merhum Güneri Bey’le Turan Bey arasında geçen bir diyalog olarak da bakabilirsiniz: “Bir gün cep telefonum çaldı, açtım Güneri Kadirbeyoğlu, ‘Ağabey’ dedi, fotoğraf makineni al ve Kuşakkaya tepesinin bir fotoğrafını çek. Ne var ki, dedim… ‘Kuşakkaya tepesini bir bulut çepeçevre sarmış, çok güzel bir görüntü oluşmuş, o güzelliği kaçırmayalım.’ Sen niye çekmiyorsun, diye sordum. ‘Ağabey, ben hastanedeyim, yatıyorum, pencerem Kuşakkaya’ya bakıyor’ dedi.”

Hatıralar ve doyumsuz güzellikler mazinin sisleri arasında kaldı artık. Şimdi Güneri Kadirbeyoğlu’nu ifade eden mütevazı bir parantez var gözlerimizin önünde. 1943 yılında Gümüşhane’de açılan bu parantez, 2008 yılı kışının iliklere işleyen soğuğunda Trabzon’da bir hastanede sessizce kapandı.(1943–2008)… Bu paranteze dolu dolu 65 yıl sığdırdı Kadirbeyoğlu. Bu 65 seneye de nice güzel şeyler doldurdu. 1965’te öğretmenliğe başlayış, Bayburt’ta geçen görev yılları…1970’li yıllarda Gümüşhane Eğitim Araçları Başkanlığı’ndaki çalışma hayatı… Yıllarca görev yaptığı kurumun başkanı olarak emekliye ayrılış… Yani 1994’te gelen gecikmiş emeklilik… Başarılı hizmetlerle geçen otuz yıl…

Eğitimi insan olmanın ve insan kalmanın gereği sayan bir anlayışla köy köy dolaşıp eğitim camiasını bilgilendirme gayretleri… Ortaokul yıllarında başlayan fotoğraf merakını profesyonelliğe taşıma… Türkiye genelinde pek çok gazete ve dergide birbirinden güzel ve özel fotoğraflara atılan imzalar… Son olarak da Gümüşhaneliler ve Gümüşhane’yi Sevenler Hizmet Vakfının Genel Sekreterliği’ndeki samimi ve karşılıksız gayretler… Gümüşhane’nin gözü, kulağı ve dili olan Kuşakkaya gazetesinde gönüllü çalışmalar… Ve Gümüşhane’nin en büyük camii olan Kemaliye Camii’nde kılınan cenaze namazının ardından sevenlerin duaları ve gözyaşları arasında Emirler Mezarlığında son bulan şerefli, parlak ve sade bir hayat…

23 Ocak 2008 Çarşamba

Erdem Bayazıt’ın Zor Zamanları

M.NİHAT MALKOÇ

Türk şiirinden nice kalem erbapları geldi geçti. Herkes kendi ahvalini yazdı. Daha sonra da hoş bir seda bırakıp göçtüler. Arkalarında katlar, yatlar, tapu kayıtları değil, sanat şaheserleri bıraktılar. Onlar sevgiye, aşka, hoşgörüye talip oldular. O, tok gönüllü ve engin yürekli şahsiyet abideleri, kaplarını sevgi çeşmesinin berrak suyundan doldurdular. Yazdıklarıyla zamana kayıt düştüler. Ebedilik nakışını satır aralarına kazıdılar.

Köklü Türk edebiyatının, zengin Türk şiirinin son dönemlerine damgasını vuran şairlerin başında gelen Erdem Bayazıt da hayatını şiire ve edebiyata vakfetmiş bir gönül insanıdır. Saf şiir deyince Mehmet Akif Ersoy, Necip Fazıl Kısakürek, Sezai Karakoç, İsmet Özel gibi ilk bakışta sayılacak isimlerden birisi de O’dur. Şiirlerinde Anadolu insanının yaşantısından, millî ve manevî değerlerinden, dünyaya bakış açısından derin izler vardır.

Ölüm konusu şairlerin hayatında derin izler bırakmıştır. Cahit Sıtkı’da ölüm kâbusa dönüşürken Yunus Emre’de ve Mevlana’da ‘dosta kavuşma anı’ olarak bambaşka hazlara aralanan nurlu bir kapı olarak görülmüştür. Şair Bayazıt da ölüme bigane kalamaz. Herkes gibi onun şiirlerinde de ölüm önemli bir temadır. O, ölüm karşısında gayet rahattır. Zira ölümün, ölümsüzlüğe açılan bir kapı olduğuna inanır. Bunu aşağıdaki dizelerinde görebiliriz:

“Ölüm bize ne uzak, bize ne yakın ölüm
Ölümsüzlüğü tattık, bize ne yapsın ölüm”

Erdem Bayazıt, şiirin dikenli yollarında sürdürdüğü çileli yolculuğunda yarım asrı geride bıraktı. O gür sesli şair, bu süre içerisinde nice şiirler kazandırdı edebiyatımıza. Görüp de söyleyemediklerimizi O söyledi. Yazdıklarıyla duygularımıza tercüman oldu. Dik durmanın güçleştiği zamanlarda da O hep dik durdu. Haysiyetinden asla taviz vermedi.

Onun şiir ve edebiyat sevgisi her şeyin üzerindedir. O, bu sevgisi yüzünden Hukuk Fakültesi’ni yarıda bırakmış, Edebiyat Fakültesini bitirmeyi tercih etmiştir. Onun şiir sevgisi lise yıllarına dayanır. O; şiir ve edebiyat hayatına, günümüzde önemli edebiyatçılar arasında sayılan, bir kısmı aramızdan ayrılan Cahit Zarifoğlu, Rasim Özdenören, Alâeddin Özdenören, Mehmet Akif İnan ile birlikte Kahramanmaraş’ta çıkardıkları “Hamle” dergisinde başladı.

Şairler haksızlıklara tahammül edemezler; onun içindir ki güçlülerin yanında değil, haklıların yanında olurlar. Erdem Bey de haklıdan yana tavır takınan bir hakikat savaşçısıdır. O, bir dizesinde “Elbet kıracağım bir gün bu ihanet kelepçesini” diyerek kararlı tavrını ve rengini belirtiyordu. Yabancılaşmaya ve kültürel yozlaşmaya karşı mücadele etmekle kalmayıp bu hususta öncülük etmeyi vazife telakki ediyordu. Zira bu milleti bitirecek asıl şey özüne yabancılaşmaktır. Usta şair yukarıdaki dizenin devamını söyle getiriyordu:

“Çün defterler açılıp hesaplar soruldukta Yetimin hakkı soruldukta yoksulun hakkı soruldukta Milletim omuz omuza verip / Kıyama duruldukta. Gündüzler nasıl beklerse gecenin bitmesini Sabırla söküyorum bu tarih gecesini.”

Erdem Bayazıt, yılların yorgunluğunu üzerinde taşırken şimdi de akciğer kanseriyle mücadele ediyor. Artık O, çok sevdiği şiirlerden uzakta, bambaşka duygular içerisinde Rabbinden şifa bekliyor. En kötüsü de, şiir yazamıyor. Bırakın şiir yazmayı evden dışarı çıkıp güneşin yüzünü göremiyor. Dört duvar arasında adeta bir mahpus hayatı yaşıyor.

Böyle bir hayat herkes için zordur। Fakat gönül nakkaşı ve duygu işçisi olan şairler için iki kere zordur. Onun şimdiki ruh atmosferini bir düşünün… Ne kadar içinden çıkılmaz ve müşkül bir durum değil mi? Allah kimseyi hastalıklarla ve acılarla imtihan etmesin. Şayet böyle zor bir imtihanla karşılaşırsak bizlere Eyüp sabrı versin. Erdem Bayazıt gibi bir şairin kaleminin yazamaz oluşu biz şiir severleri fazlasıyla üzüyor. Temennimiz odur ki öncelikle sağlığı düzelir, tekrar o enfes şiirlerini yazmaya devam eder. Rabbim ona şifalar nasip eylesin.

22 Ocak 2008 Salı

Romancı Cavit Ersen’in Hayat Mücadelesi

M.NİHAT MALKOÇ

Zamanın nelere gebe olduğunu hiçbirimiz bilemeyiz. Bugünkü konumumuz bizi ne aşırı derecede gururlandırmalı ne de ümitsizliğe sevk etmelidir. Düşmez kalkmaz bir Allah’tır. Yarınların renginin siyah mı, beyaz mı olacağı bugünden kestirilemez. Bizler büyük bir gayretle ve iyi niyetle yarınlarımızı bugünden imar etmenin gayreti içerisinde olmalıyız. Biz elimizden geleni ve üzerimize düşeni yapalım da ötesini zamanın adaletine bırakalım.

Geçmişte çok önemli eserler kaleme almış, kitapları binlerce satmış, hatta kapışılmış bir yazarın, Cavit Ersen’in hayatının serencamını gözümün önünden geçirince geleceğin bizlere ne gibi sürprizler hazırladığını merak etmeye başladım. Merakım bir adım daha ileri giderek korku ve endişeye dönüştü. Çünkü bizler de bir zamanlar el üstünde tutulan, fakat daha sonraki yıllarda unutulan, yalnızlığa terk edilen Cavit Ersen’in yaşadığı acıları yaşayabiliriz. Amansız hastalıklar, borçlar, kazalar, belalar, vefasızlıklar bizi de bulabilir.

Cavit Ersen hayatını okumaya ve yazmaya adamış, idealist bir aydındı. 29 Mart 1921 tarihinde Adana’da doğan Ersen, yazmak için yaratılan, millî ve manevî şuuru diri tutmak için çaba gösteren bizden birisidir. Yani terli kültürün yabancı değerler karşısında ayakta kalması için gece gün demeden çetin mücadeleler vermiştir. Bu mücadelelerde malını, mülkünü, mesleğini kaybetse de itibarını korumayı bilmiştir. Hayatta her türlü engelle karşılaşmıştır. Fakat Torosların bu yiğit çocuğu, bütün engellerle göğüs göğüse çarpışmasını, hayatını ortaya koymasını bilmiştir. Kaybetmeyi göze aldığı için gözünü budaktan sakınmamıştır.

O, mefkûreci bir romancıydı. Cavit Ersen’in ilk eseri 1944’te yayınlanan “Günahkâr Sokaklar” isimli romanıdır. Daha sonra “Fakirler”, “Mektup” ve “Sefiller” adlı kitapları 1945’te Adana’da yayınlanır. 1970’li yılların en çok okunan romancılarından biri olan Cavit Ersen’in çok geniş bir dost halesi de vardı. Necip Fazıl Kısakürek, Tarık Buğra, Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu, Arif Nihat Asya, Peyami Safa, İlhan Darendelioğlu, Necdet Sevinç, Tahir Kutsi Makal, Abdurrahman Şeref Laç, Mehmet Emin Alpkan, İrfan Atagün, Ergun Göze, Ömer Öztürkmen, Gökhan Evliyaoğlu, Gürbüz Azak bu dost kervanının yolcularıydı. Bu dostların çoğunu Yeni İstanbul ve Babıâli’de Sabah adlı gazetelerde yazarlık yaptığı sırada tanımıştı. Bu isimlerin çoğu ona övgüler dizmiş, eserleriyle ilgili müspet yazılar yazmışlardı.

Hayat yolu sürekli düz gitmiyor elbet… Onun da engelleri var. İşler bazen sarpa da sarabiliyor. Her çıkışın bir de inişi vardı. Bu bir zamanların büyük yazarı olan Cavit Ersen için de geçerliydi. O da hayatın iniş hüznünü yaşadı. O, ömrünün son yıllarını maddî sıkıntı içerisinde, yapayalnız bir halde Darıca Huzurevi’nde geçirdi. Okuyucuları, dostları, yakın ve uzak çevresi adını bile unuttu. “Kızıl Zindanlar”, “Kara Zindanlar”, “Zindanlar” seri romanı başta olmak üzere “Günahkâr Sokaklar”, “Hürriyet Mücadelesi”, “Fadime”, “Hepimizin Kavgası”, “Beyaz İhtilal” ve “Boğata” gibi birçok esere imza atan Ersen gitmiş, yerine hayatın dışına itilmiş, kimsesiz silik bir portre gelmişti. Bu durum onu derinden üzüyordu. Bu hallere düşeceğini belki aklının ucundan bile geçirmemişti. “Aşkın Gözyaşları” ile “Mefkûreci Öğretmen” isimli eserlerini yayınlayacak bir yayıncı da çıkmamıştı.

Hayatının son on yılını huzurevinde geçirmek zorunda kalan Cavit Ersen’i en çok üzen şey dostlarının vefasızlığıydı। Nasıl olmuştu da bu şöhretli yazarı herkes unutmuştu. Yoksa yaşadıkları bir rüyadan ibaret miydi? 1970’li yıllarda iki yüz elli bin baskı yapan ‘Kızıl Zindanlar’ adlı romanın yazarını zaman nasıl da unutturmuştu. Ailesinden ayrılmış, çoluk çocuğu dağılmış, gecekondusu yıkılmış, en muhtaç olduğu zamanlarda huzuru huzurevinde aramaya başlamıştı. Dört duvar arasında bir yabancı olarak hissediyordu kendini. O, dört duvar arasında öldüğünde cebinde sadece bir çocuk harçlığı olabilecek miktarda bir para vardı. Parası yoktu ama toprağa kadar yanında taşıdığı temiz bir geçmişi ve onuru vardı. Bir garip olarak kaldığı huzurevinde bir garip olarak teslim etmişti emanetini. Gazeteler ancak 15 gün sonra vermişti ölüm haberini. O, çileyle dost yaşadı, onuruyla öldü. Hak rahmet eyleye…

20 Ocak 2008 Pazar

Türk Atletizminin Mühim Kaybı: Cüneyt Koryürek

M.NİHAT MALKOÇ

Trafik kazaları dur durak bilmiyor. Her gün birileri trafik canavarının pençeleri arasında can veriyor. Trafik kazaları ölüm oranlarının önemli bir kısmının sebebi olma özelliğini koruyor. Türkiye bu sorunun üstesinden gelemedi bir türlü. Sanki millet olarak araba kullanmayı bilmiyoruz. Direksiyon başına geçince üzerimize canavar gömleği giyiyoruz. Ne şoförler dikkatli davranıyor, ne de yayalar. Günümüzde yayalar arabadan hiç sakınmıyor. Karşıdan karşıya geçişlerde kimsenin trafik lambalarına uyduğu yok. İşi şansa bırakıyoruz. Göz göre göre kendimizi tehlikeye atıyoruz. Şoförlerimiz bazı durumlarda yayaların geçiş hakkını tanımıyor. Bunu bilmediklerinden değil, kural tanımazlıklarından yapıyorlar. Yoksa herkes yaptığı hatanın farkında. Millet olarak sorumsuz bir yapımız var.

Trafik canavarı köylü kentli, zengin fakir, gariban şöhretli, aydın cahil ayrımı yapmadan insanları önüne katıp ölüme veya zorlu geleceklere sürüklüyor. Trafik kazalarında kaybettiğimiz şöhretli kişilerin sayısı hiç de az değil. Siyaset, sanat, müzik ve medya dünyasından birçok seçkin isim trafik canavarına kurban gitti. Bunlar arasında şarkıcı Kerim Tekin, fotoğrafçı Sami Güner, şarkıcı Ajlan Büyükburç, eski bakanlardan Adnan Kahveci, eski valilerimizden Recep Yazıcıoğlu, futbolcu Metin Oktay, gazeteci-yazar İlhami Soysal, gazeteci Ercan Arıklı, televizyon sunucusu Boran Kaya ilk akla gelenlerdir.

Trafik kazalarında hayatlarını kaybeden ünlü simalar zincirine yeni bir halka daha eklendi. Gazeteci Cüneyt Koryürek, Şişli’de geçirdiği trafik kazasından sonra hayatını kaybetti. Harbiye’de yaya olarak yolun karşısına geçmeye çalışan 76 yaşındaki Cüneyt Koryürek’e, bir otomobil çarptı. Taksim Eğitim ve Araştırma Hastanesi’ne kaldırılan Koryürek’in vücudunun çeşitli yerlerinde kırıklar meydana geldiği öğrenildi. Hastanenin yoğun bakım servisine alınan Koryürek’in, yapılan tüm müdahalelere rağmen kurtarılamadığı açıklandı. Böylelikle spor ve basın dünyamızdan bir yıldız daha kaymış oldu.

19 Ocak 2008 tarihinde aramızdan ayrılan Cüneyt Koryürek, alanında önemli bir kişiydi. Onun biyografisine göz attığımızda önemli işlerle uğraştığını görürüz. 1931’de doğan Koryürek, Ankara Koleji'nde orta öğretimini tamamladıktan sonra üniversite eğitimi için gittiği ABD'nin Kaliforniya eyaletindeki Fresno State College’da gazetecilik, halkla ilişkiler ve yakın çağlar tarihi eğitimi aldı. 1962’de Ankara’da Delta Ajansı kurdu. 5. Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’ın basın müşavirliğini yaptı. Koryürek, Daily News’da Yazıişleri Müdürü olarak çalıştı. Avrasya Kıtalararası Maratonu Yarış ve Organizasyon Direktörlüğü yapan Koryürek, yedi olimpiyatta gazetecilik yaptı. Koryürek, Amerikan Atletizm Yazarları Derneği, Uluslararası Olimpiyat Tarihçiler Birliği ve Atletizm İstatistikçileri Birliği üyesiydi. Atletizm Federasyonu’nda, Genel Sekreter, Asbaşkan ve Başkan olarak görev yaptı.

O, Türkiye’de atletizm sporuna her açıdan hâkim bir isimdi. Bu sahada her türlü görevde bulunmuştur. Atletizm antrenörlüğünden atletizm federasyonu başkanlığına kadar her kademede başarılı hizmetler vermiştir. Vaktiyle merhum Kenan Onuk’la ve Hıncal Uluç’la iyi bir ekip olmuşlardı. Onun ölümüyle birlikte atletizm sporu da bir anlamda yetim kaldı.

Merhum Cüneyt Koryürek aydın bir insandı। Bir röportajında her gün en az iki üç saat kitap okuduğunu belirtiyordu. Aynı röportajda, sanki ölümünün trafikten olacağını sezmiş gibi trafikle ve sorumsuz şoförlerle ilgili şunları söylüyordu: “İki tane davar gütmesini bilmeyen adama direksiyonu verirseniz, o adam çılgındır, kalabalığın içine atılmış veba mikrobu gibidir. Trafiğe çıkmamaları gerekir. Aynaya bakmasını, sinyal vermesini bilmeyen insanlar, sadece iyi direksiyon kullandıklarını zannederek trafiğe çıkıyor. Bizde sanki herkes sahaya cıkmış, ayağında top, çelme atar gibi araba kullanıyor. Futbol oynama arzumuzu zannederim ki kara yoluyla çıkartıyoruz. Öyle büyük bir para cezası vereceksiniz ki, kimse altından kalkamayacak ve kaidelere uyacak. Hatta ehliyetini dahi alacaksınız.”(Cüneyt Koryürek’le Söyleşi-Nilgün Sarar Tuncay )…Hayat böyledir işte; geldik, gidiyoruz.

12 Ocak 2008 Cumartesi

Divan Edebiyatını Sevdiren Adam: İskender Pala

M.NİHAT MALKOÇ

Çok köklü bir geleneğin kültür hayatımıza yansımasıdır Divan edebiyatı… Asırları aşıp günümüze ulaşan bu gür ses, hâlâ yankılanmaya devam ediyor. Müzeye kaldırılan edebiyat, müzenin kapılarını zorlayarak hayata akmak için zaman ve zemin kolluyor. Bu hususta ona kılavuzluk edecek gönül insanlarının himayesini umuyor ve bekliyor.

Altı yüz yıllık bir süreci kapsayan ve edebiyat âleminde kendine köklü bir yer edinen Divan edebiyatına, Türk edebiyatının en şöhretli araştırmacılarından biri olan Fuat Köprülü ‘Klasik edebiyat’ demiştir. Çünkü klasik “üzerinden çok zaman geçtiği hâlde değerini yitirmeyen, türünde örnek olarak görülen” anlamlarına gelen bir kelimedir. Köprülü’nün klasik dediği edebiyat da bu hususiyetleri taşımaktadır. Gerçekten de her açıdan klasikleşmiş bir edebiyattır. Bu edebiyat bütün olumsuzluklara ve hayatın dışına itilme gayretlerine rağmen hâlâ dimdik ayaktadır. Bundan sonra da geleneğin izinde ayakta ve hayatta kalmaya devam edecektir. Zira bu zengin edebiyat bir kalemde çizilecek kadar basit ve sıradan değildir.

Son dönemlerde Divan edebiyatını yaşatmak için ciddi gayretler sarf edilmektedir. Bu gayreti gösterenlerin başında Prof. Dr. İskender Pala gelmektedir. Yakın zamanlarda isminden sıkça söz ettiren edebiyat araştırmacılarından biri olan İskender Pala, mazinin tozlu sayfalarında gömülü kalan Divan edebiyatını gün yüzüne çıkararak bizlere tanıtmış ve sevdirmiştir. Onun kaleminden dökülen ifadeler, geçmişe hapsedilen bu köklü edebiyatı tekrar eski güzel günlerine döndürmüş, adeta kanatlandırmıştır. Bu kıymetli akademisyen, Divan edebiyatı üzerine yazdığı birbirinden güzel kitaplarla tanınmıştır. Bu kitaplar o muhteşem edebiyatı hayatın gündemine taşımıştır. Bir zamanlar lise edebiyat kitaplarında; anlaşılmadığı için itici, ürkütücü ve sevimsiz duran gazeller, kasideler ve rubailer onun sevimli üslubuyla ve sevdirici yaklaşımıyla insanların dilinde terennüm edilmeye başlanmıştır. Bu yeni bakış açısı köklü bir değişimin ve dönüşümün ilk işaretleri olarak algılanmalıdır.

Bilindiği gibi 1 Kasım 1928’deki harf inkılâbıyla birlikte Arap alfabesine dayalı eski yazı rafa kaldırılmıştır. Böyle olunca bu alfabeyle oluşturulan milyonlarca cilt kitap da kütüphanelerin tozlu raflarına terkedilmiştir. Yeni yazı, hayatın yepyeni bir parçası olurken eski yazı topyekûn terkedilmiş ve hayatın dışına itilmiştir. Çok zengin bir kültürün bir günde terk edilmesi, terk edilirken de hiçbir önlemin alınmaması, geçmişin kültürel zenginliklerinin zayi olması neticesini doğurmuştur. Eski kültürü ve edebiyatı reddetme anlamına gelen bu uygulama milletimize pahalıya mal olmuştur. Türk milleti tarihî ve kültürel değerlerinden uzak kalmış, Batı’nın değerlerini yaşamaya ve yaşatmaya zorlanmıştır. Bu da çok kültürlülüğün getirdiği yozlaşmayı doğurmuş, fertlerin maziyle olan kültürel bağı kopmuştur.

Divan edebiyatı aslında bu milletin iftihar etmesi gereken kültürel bir zenginliği ve engin birikimidir. Şayet makul ve mantıklı hareket etseydik bu edebiyatı geleceğe taşıyabilirdik. Fakat bizler millet olarak ya çok severiz ya da topyekûn reddederiz. Bu toptancı mantık bu konuda da bizim ölçümüz olduğu için ölçüsüzlüğü beraberinde getirmiştir.

Son yıllarda Divan edebiyatının zenginliğini fark eden ve ettiren, zorbaca gasp edilen itibarını geri veren bir büyük edebiyat araştırmacısı Divan edebiyatı üzerine adeta bir güneş gibi doğmuş, onu ihya etmiştir. Bu büyük edebiyat araştırmacısı İskender Pala’dan başkası değildir. O, Türk halkına Divan edebiyatını sevdiren ve tanıtan adamdır. Divan edebiyatı sahasında kaleme aldığı onlarca eser, gölgelenen bir edebiyatı ayağa kaldırmıştır. O, şimdilerde İstanbul Kültür Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır. Buradaki gençlere Divan edebiyatını anlatmakta ve sevdirmektedir. ‘Onun kitaplarını okuyup da Divan edebiyatına gönlü akmayan insan yoktur’ dersek sanırım abartmış olmayız.

İskender Pala’nın Divan edebiyatını gün yüzüne çıkaran kıymetli eserleri, aydınların ilgisini bu sahaya yöneltmiştir। Bu sahada yeni ve özgün çalışmaların yapılmasına vesile olmuştur. Ceddimizin edebî ve kültürel zenginlikleri onun gönül aynasından yansımıştır.

5 Ocak 2008 Cumartesi

Zevrakî’nin Kırıldı Gönül Sazı






M.NİHAT MALKOÇ

Türk halk edebiyatı henüz tam anlamıyla keşfedilmemiş büyük bir kültür hazinesidir. Bu büyük kaynaktan tam anlamıyla haberdar değiliz. Bu muhteşem şiir konağında geçmişten günümüze kadar binlerce halk şairi konaklayarak on binlerce şiir söylemiştir. Bu şiirler sözlü gelenekle bugünlere geldiği için çoğu değişmiş veya kaybolmuştur. Günümüzde halk şiiri geleneği devam etse de eski ihtişamından ve özgünlüğünden çok şeyler kaybetmiştir.

Halk şiirimizin kaynakları her geçen gün kuruyor. Son dönemlerin yaşayan en büyük halk şairlerinden biri olan Akif Timurhan’ı yeni yılın ilk gününde 01 Ocak 2008’de kaybettik. “Zevrakî” mahlasıyla halk şiiri geleneğine hizmet eden Akif Timurhan 86 yaşındaydı. O “tahta kayık” anlamına gelen “Zevrakî” mahlasıyla halk şiiri tarzında eserler vermiştir.

Akif Timurhan, 1922 senesinde Gümüşhane’nin Köse ilçesine bağlı Yuvacık(Gelinpertek) köyünde dünyaya gelmiş, ömrünü o topraklarda sürdürmüştü. Şiire küçük yaşlardan itibaren ilgi duymaya başlamıştı. Sanatın diğer alanlarına da ilgi duyardı. Bağlama ve kaval çalar, resim yapardı. Hece ölçüsüyle yazdığı şiirlerini kendi resimleriyle süslerdi. Bu resimli şiirler eski taş basma divanları hatırlatıyor bize.

Merhum Akif Timurhan’ı belki de yaşadığı acılı hayat şair yapmıştır. O, ailesinin tek çocuğuydu. Buna rağmen ailesi onu bir devlet memuruna evlatlık vermişti. Onun içindir ki biyolojik ve psikolojik anlamda anne baba sevgisinden uzak bir atmosferde yaşamak zorunda kalmıştır. Onun şiire olan meyli gördüğü bir rüyadan sonra daha da artmıştır. O, gençliğinde kendi adıyla şiirler oluşturdu, sonra halk şiiri geleneğine uyarak mahlas kullanmayı tercih etti.

Son dönem Türk halk şiirinin adı pek duyulmamış gerçek şairlerinden biri olan Âşık Zevrakî, şöhretten uzak yaşamayı tercih ettiği için kendini hep gizledi. İsteseydi, bir de geniş çevresi olsaydı adını ananların sayısı milyonları bulurdu. Fakat o, kalender bir kişiliğe sahipti. Dünyanın görünen yüzünden daha çok, görünmeyen yüzüyle ilgileniyordu. Bu yüzden günümüz gençlerinin çoğu bu önemli halk şairini tanımazlar. Şiir sahasında onun tırnağı bile olamayacak şairlerin şiirleri TRT repertuarlarında yer aldı, pek çok meşhur sanatçının albümünde seslendirildi. Zevrakî’nin şiirleri de şiirden anlayanlarca sevildi, el üstünde tutuldu. Onun şiirleri de değişik kişiler tarafından bestelendi ve okundu. Fakat bu yeterli miydi? Onun adını Gümüşhane sınırlarıyla sınırlayanlar şiire ihanet edenlerdir. Şimdi samimiyetten uzak laflar söylemenin, timsah gözyaşları dökmenin anlamı ve önemi yoktur.

O, zor şartlarda yaşadıysa da, şiir kudretini ve sermayesini paraya dönüştürmeyi hiç düşünmedi. Şiirlerindeki kalite ve harcadığı emek ona ilgi olarak yansımadı. Yani yaşadığı sürece hak ettiği ilgi ve sevgiyi maalesef göremedi. Çok yakınındakiler bile onu görmezden geldiler. Hayatı ve şiirleri hakkında yeterli çalışmalar yapılmadı. İstanbul Kültür Üniversitesi’nde Halk Edebiyatı alanında öğretim üyesi olarak görev yapan Prof. Dr. Muhan Bali bu önemli halk ozanıyla ilgili ciddi çalışmalar yapmış bir bilim adamımızdır. Onun “Gümüşhaneli Âşık Akif Timurhan (Zevrakî) (Hayatı, Sanatı, Eseri)” adlı bildirisi bu sahadaki en dikkate değer çalışmadır. Bu bildiri Gümüşhane’de sempozyumda sunulmuştur.

Âşık Zevrakî, düşünce olarak Bektaşî felsefesinden beslenmiştir. Bağnazlığı ve tek taraflı düşünmeyi aklın afeti olarak görmüştür. Akif Timurhan, Batılı ve Doğulu değerler arasında sentez yapabilmeyi becerebilen ender halk şairlerinden biridir. İnsan sevgisini ve hoşgörüyü baş tacı yapmıştır. Yunus Emre’nin ‘Yaratılanı hoş gördük Yaradan’dan ötürü’ mistik anlayışı onun şiir kaynaklarını beslemiş, dünyaya bakışında temel oluşturmuştur. Şiirlerinde bunun etkilerini açıkça görebiliriz. O, bu zamanın insanının kendi görüşlerini ve şiirlerini anlamayacağını, anlamak için gayret sarf etmeyeceğini söyler, bundan yola çıkarak şiirlerini iki kapak arasına almaya yanaşmazdı. O, şiiri faydalı bir uğraş olarak görürdü. Şu sözü onun şiire olan sevgi ve sadakatini göstermesi bakımından önemlidir: “Bir kişi dahi olsa, kötü bir şey yapacakken şiirimi hatırlayıp vazgeçerse, hayatım boşa gitmemiş olacaktır.”

Zevrakî mahlasıyla halk şiiri formlarında şiirler yazan Akif Timurhan’ın oturmuş bir üslubu vardır. Şiirlerindeki konular, mecazlar, mazmunlar, nazım şekilleri, dil ve söyleyiş ustalıkları güçlü bir geleneğin zirveye ulaşmış bir değerini açıkça gösterir.

Akif Timurhan’ın şiirleri hayatın aynasıdır. O, yaşananlara hiçbir zaman kayıtsız kalmamış, gördüklerini, duyduklarını ve yaşadıklarını şiirin tılsımıyla birleştirerek ifade etmiştir. Sosyal meselelere hiçbir zaman ilgisiz kalmamıştır. Son dönemde toplumda meydana gelen yozlaşmayı ve değerlerin aşınmasını yergilerine konu edinmiştir. Bunu yaparken de nükteyi elden bırakmamıştır. Düşündürürken güldürmüş, güldürürken de dokundurmuştur. Fakat eleştirilerini daha çok, yakın çevresindeki meselelere yoğunlaştırmıştır. Yani onun şiir aynası bir anlamda sınırlı mekânlara tutulduğu için görüntüler de sınırlı olmuştur. O sadece eleştirmekle kalmamış, hayat tecrübelerinden yararlanarak kurtuluş reçeteleri mahiyetinde nasihatlerde de bulunmuştur. Cehaletin bizi geride bıraktığını, o varken başka düşmana gerek kalmadığını her fırsatta dile getirmiştir. Onun şu şiiri bu mânâda dikkate değerdir:

“Cehalet yüzünden geldik ne hale
Fezaya bir füze atamaz olduk
Sıratın üstüne kurarken kale
Koca Ay’da bir çöp çatamaz olduk

Fazilet ararken çıkıp fezada
Neden düştük arzda fitne fesada
Koydum ya kendimi kendim mezada
Sırf safı sarrafa satamaz olduk”

Bütün halk şiirlerinde olduğu gibi Zevrakî’nin şiirlerinde de aşk çok önemli bir yer tutar. Aşk şiirin ana kaynağıdır. Bu aşk bazen beşerî, bazen de ilâhî aşk şeklinde tecelli eder. Fakat beşerî de olsa, ilahî de olsa aşk aşktır. Aşk sevginin tutku derecesindeki tezahürüdür. Kişi bir kulu da sevse neticede onun yaratıcısına muhabbet duymuş olur. Zira kulu en güzel biçimde yaratan Allah’tır. Usta, hünerinin bilinmesinden ve takdir edilmesinden doyumsuz bir haz alır. Onun, aşkı konu edindiği şiirleri akıcı ve sürükleyicidir. Yani lirik şiirlerdir bunlar… Aşk muhtevalı bu şiirlerden birkaç dörtlüğü dikkatinize sunmak istiyorum:

“Böyle miydi sennen bizim sözümüz
Kapıyı üstüme çektin de gittin
Hüsnüne doymadan hasret gözümüz
Gül çehreni çatıp çıktın da gittin

Nöbete dikersin bir hudut gibi
Sarhoş ettin düştüm hem de dut gibi
Evim oldu tıpkı bir tabut gibi
Çiviyi kapağa çaktın da gittin.”

Âşık Zevrakî’nin şiirlerinde dinî unsurlar da dikkat çekici miktarda ve düzeydedir. O, Müslümanlıkla muasırlaşmayı birbiriyle bağdaştırmış, daima bağnazlığın karşısında olmuştur. Ne olursa olsun bütün inançlara daima saygı duyulması gerektiğini savunmuştur. İnsanların her türlü düşünceye karşı tahammül göstermesini istemiş ve bunu bizzat uygulamıştır.

Halk şiirimizin son dönem ustalarının başında gelen Zevrakî yaşadıkça düşünmüş, düşündükçe tefekkür etmiş, yakın ve uzak çevresine gözlemci bir anlayışla bakmıştır. Şiirlerinde yerel değerlere ve motiflere ağırlıklı olarak yer vermiştir. Şiir ağını örerken yaşadığı doğa onu yönlendirmiş ve bir anlamda sınırlandırmıştır. O, büyük şehirlerde yaşasaydı belki de hayata bu kadar geniş perspektiften bakamaz, bu kadar hoşgörülü olamazdı. Şiir kozasını örerken Gümüşhane’nin tabiatı onun ilhamının altyapısını oluşturmuştur. Hayata şiirin penceresinden bakmış, gördüklerini mısralara söyletmiştir.

Şairler milletin gözü ve kulağıdır. Onlar daima toplumun önünde yürürler. Toplumun gidişatına yön verir ozanlar. Toplumdaki aksaklıklar herkesten çok onları üzer. Geleneğin yaşanması ve yaşatılması hususunda kendilerini birinci derecede sorumlu hissederler. Toplumun, gelenekleri bir kenara bırakıp yanlış yollara sapması, şairleri herkesten daha çok üzer. Kültürel değişim beraberinde bozulmaları ve kopmaları getiriyorsa bu, şairlerin yüreğinde dert olur. Bu anlamda Zevrakî kültürel bozulmanın sancısını çekenlerden birisidir. Onun aşağıdaki mısraları bana Faruk Nafiz Çamlıbel’in “Sanat” şiirindeki ifadeleri hatırlattı:

“Sapık insan olmaktansa
Sadık köpek daha eydir
Kentte girmektense dansa
Köyde köçek daha eydir”

Âşık Zevrakî, ülkemizin gelmiş geçmiş bütün değerleriyle iftihar eder. O, Türkiye Cumhuriyeti’nin mimarı Gazi Mustafa Kemal’i çok seven ve onun için şiirler yazan bir halk şairidir. Bunun yanında Türkiye’nin Atatürk’ten sonra gelen ikinci adamı olan İnönü’ye de methiyeler yazmıştır. Bugünkü güzellikleri Atatürk’ten kalan miras olarak gören ozanımız Türk’ün Ata’sına olan sevgisini şu dizelerde ebedileştirmiştir:

“En mukaddes mirasıdır Mehmetçiğe sözlerin
Mevzilere hükmeder yine mavi gözlerin
Emanetin daha gür, daha zorlu, daha zinde
Yılmadan yürüyoruz Atam senin izinde
Âşık Zevrakî der bayrağına büstüne
Billahi, yâd yel bile estirmeyiz üstüne”

Akif Timurhan, şiirlerinde dünyanın geçiciliğine, kulların dünya heveslerine uyup aldandığına değinir çoğu zaman. Fakat ömür sermayesi tükenince yanıldığını anlar insanoğlu. Fakat bu noktadan sonra duyulan pişmanlığın hiç kimseye faydası yoktur. Geçen ömrü geri getirmek mümkün değildir. Zevrakî’nin “Vay Yalan Dünya” şiirinde bu hissiyata rastlıyoruz:

“Eşdikçe de vurdun taşa
Vay gidi vay yalan dünya
Emeğimi verdin boşa
Vay gidi vay yalan dünya

Kapı alçak kafamız dik
Biraz olsun eğilmedik
Alnımıza çarptı eşik
Vay gidi vay yalan dünya”

Âşık Zevrakî’nin şiirlerinde halk edebiyatı unsurlarının tamamını görmek mümkündür. O, şiirlerinde heceyi ustalıkla kullanmıştır. Hecenin daha çok 11’li kalıbını tercih etmiş; bu kalıbın 6+5=11 duraklarını benimsese de bazen 4+4+3=11 duraklarına da yer vermiştir. Şiirlerinde kullandığı nazım şekli ekseriyetle koşmadır. Koşmanın güzelleme, taşlama, koçaklama ve ağıt türlerinde başarılı örnekler vermiştir. Bunun yanında, yazdığı semailer ve destanlar da gerek içerik, gerekse şekil bakımından kalıcı olmaya ve övülmeye namzettir. Bu güçlü yapı uzun tecrübeler sonucunda elde edilmiştir. Şiirlerinde kullandığı nazım birimi dörtlüktür. Halk şairlerinin sıkça kullandığı yarım kafiye onun da tercihidir.

Zevrakî’nin dili sade olsa da şiirlerinde zaman zaman Arapça ve Farsça kökenli kelimelere yer verdiği görülür. Bunun yanında ağız özellikleri, yöresel sözler bu güzel halk şiirlerinde kendilerine yer bulurlar. Onun kullandığı eski ve yöresel kelimeler arasında “ağyar, gümrah, güman, tazarru, naliş, dığa, liğ, gülzar, dıray, uğru, bar, buhağ, har, muhannet, ferzant, efgan, zülal, hatem, temre, ruz, keşfü raz, bünyad, cehim, sakil, leçek, kelem, tınas, fiğ, külür, köstü, ledünni, harabat, cam-ı encam, nuş, baki, nas, enval, esvab, gaffar, cebel, od, temren, visal, şakird…” ilk akla gelenlerdir. Bunlar şiire serpiştirilmiştir.

Gümüşhaneli halk ozanı merhum Akif Timurhan çok yazan bir kişiydi. Bunun içindir ki şiirlerinde zaman zaman söyleyiş ve kafiye hatalarına rastlamaktayız. Onun şiirleri binli rakamlara ulaşmıştır. Şayet bu şiirler kitap haline getirilmeye kalkılsa onlarca ciltlik bir külliyat oluşturulabilir. Bu şiirlerin tez zamanda iki kapak arasına alınması bir görevdir.

O, şiir ağını örerken teşbihten istiareye kadar hemen hemen bütün edebî sanatları kullanmıştır. Fakat bunu yaparken şiirin sadeliğinin ortadan kalkmasına, anlamın belirsizleşmesine asla müsaade etmemiştir. Halkın anlayacağı bir tarzda şiirler vücuda getirmeye gayret etmiştir. Aşağıdaki dörtlükte onun benzetmelerinden birkaçını görebiliyoruz:

“Kartala benziyor kaşların tipi
Gerilmiş üstüne bir kanat gibi
Sanarsın can alan bir cellât gibi
Sıyırmış kılıcı kından gözlerin.”

Onun şiirlerinde yer yer Karacaoğlan, Âşık Veysel havasını görmek mümkündür. Gerçi halk edebiyatı geleneğinden beslenen şiirlerin birbirine benzemesi doğaldır. Çünkü aynı kaynaktan beslenen şiirlerin farklı formlarda ve içeriklerde olması beklenemez.

Halk şiirinin son dönemine imzasını atan çok önemli simalardan biri olan merhum Akif Timurhan dünyanın boş olduğunu, ne kadar uzun yaşarsak yaşayalım ölümün bir gün herkesin kapısını çalacağını söyleyerek, ölümden bütün insanların ibret almasını istiyor. Ona göre ölüm; hayatın bütün lezzetlerini acılaştırıyor. Timurhan’ın şiirlerinde en çok değinilen konu kuşkusuz ki ölüm ve ölüm sonrası hayattır. O, anne ve babasının mezar taşları için ayrı ayrı şiirler yazmış, bu şiirlerde hayata ve ölüme dair şahsî felsefesini ortaya koymuştur:

“Binde olsa anda biter
Bunun adı yaş değil mi?
Delil dersen bu taş yeter
Dünya denen düş değil mi?

Sen kendini bir ölü san
Yarın yoksun bugün varsan
Uçar tenden kaçar en son
Can kafeste kuş değil mi?”

Halk şairleri toplumsal hayatın merkezinde yer aldıkları için, insanların iyi kötü her ne varsa yaşadıklarını gerçekçi bir bakışla yansıtırlar. Onlar hayata ve insanlara tepeden bakmazlar. Halkın içinde yaşadıkları için, olup bitenleri çok iyi gözlemlerler ve şiirlerine yansıtırlar. Sözlerinin ilham kaynağı halktır. Toplumu ilgilendiren sorunlar onları da yakından ilgilendirir. Zevrakî de yaşadığı sürece kendini toplumdan sorumlu bir kişi olarak görmüştür.

1922’de Köse’de başlayan hayatı yeni yılın daha ilk gününde 01 Ocak 2008’de İstanbul’da son bulmuştur. O, 86 yıllık ömründe çok şeye şahit olmuştur. İstanbul’da Güneşli Mezarlığı’nda değil de memleketi Köse’de, baba topraklarında, memleketinin yağmurları altında defnedilseydi çok daha anlamlı olmaz mıydı? Hayatına dair muhasebeyi işlediği dörtlüklerle sözlerimi bitirirken bu büyük halk şairine Allah’tan rahmet diliyorum. Türk şiirinin başı sağ olsun. Bu kaynak hiçbir zaman kurumasın, ebediyen coşarak aksın:

“Hani malın mülkün, hani yoldaşın?
Kaldır da bir kez bak kimsesiz başın
Mor yosun bağlamış mermerli taşın
Boz baykuş konup da ötsün bir zaman

Gülmedin Zevrakî bugünde, dünde
Göçtün bu dünyadan, kime küstün de
Kök salıp kalbine, kabrin üstünde
Karanfiller güller bitsin bir zaman”