15 Haziran 2009 Pazartesi

Gazeteci Ömer Güner'in Ardından...

M.NİHAT MALKOÇ

Ölüm hayata dâhildir aslında; hayatın bir parçasıdır bir başka açıdan bakarsak… Ayrılık yönüyle dikkate alındığında ölüm bir anlamda hayattan mezun olmaktır; fakat asla ve asla bir son değildir. Büyük şair Yahya Kemal ne güzel ifade etmiş bazılarına ürkütücü gelen bu gerçeği: “Ölüm âsûde bahar ülkesidir bir rinde/Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter./Ve serin serviler altında kalan kabrinde/Her seher bir gül açar; her gece bir bülbül öter”

Hayatla ölüm birbirine zıt kavramlar olarak görülse de aslında biri diğerinin sonucudur. Zahirde biri ışıltılı, öbürü karanlık görülse de birbirinden ayrılmaz hayatla ölüm… Onun soğukluğuyla irkiliriz çoğu zaman… Bir türlü kabullenemeyiz yakınlarımızın sonsuzluğa göç edişini. Lakin ölüm de hayat kadar bize yakındır ve bir o kadar da gerçektir. Son istasyondur o kısa hayat yolculuğumuzda... Bu yolculuğun gidiş bileti olsa da dönüş bileti yoktur biline!... Bizler imanlı insanlarız. Biliriz ki “O’ndan geldik; O’na döneceğiz”

Dostların hayattan göç edişi bizi ölüm üzerine düşünmeye sevk ediyor. Gazeteci-Yazar Ömer Güner’in ölümü de beni ölüm üzerine düşünmeye yöneltti. Trabzon bir büyük değerini daha kaybetti. Trabzon Gazeteciler Cemiyeti Eski Başkanlarından Gazeteci-Yazar Ömer Güner aramızdan ayrıldı. Ona dostları “Ömer Emice” diye hitap ederdi çoğu zaman… O; hoşgörülüydü, insan sevgisiyle yüreği pır pır eden bir insandı. Trabzon Gazeteciler Cemiyeti’nin kurucularındandı O… Bu cemiyetin Onursal Başkanı’ydı kendisi... Son nefesine kadar gazeteci kimliğini ve heyecanını yaşadı ve yaşattı sevgili Ömer Güner.... İlerleyen yaşına rağmen gücünü ve meslek heyecanını hiçbir zaman kaybetmedi. Hasta olmasına rağmen, eskisi kadar uzun yazamasa da, Karadeniz Gazetesindeki yazılarına devam etti.

11 Haziran 2009 Perşembe günü vefat etti Trabzonlu kıdemli gazeteci Ömer Güner… O, Trabzon’un son yarım yüzyılını kalemiyle aktardı okurlarına. Cumhuriyet Gazetesinin Trabzon Temsilciliğini yaptı uzun yıllar… Karadeniz Gazetesinde “Arada Bir” adlı köşesinde Trabzonlulara seslendi. Trabzon’un son yarım asrını onun objektif kaleminden okuduk.

Dolu dolu yaşadı O… Trabzon’un Araklı ilçesinde 1927 yılında doğan Ömer Güner, 13 yıl Toprak İskân Müdürlüğü görevinde bulundu. Gazeteciliğe 1961 yılında Trabzon’da yayımlanan Ses Gazetesi’nde başlayan Güner, 1967–1982 yılları arasında Milliyet Gazetesi büro şefi olarak görev yaptı. Uzun yıllar Cumhuriyet Gazetesi Trabzon muhabirliği görevini de sürdüren Güner, Son Haber, İleri ve Türksesi gazetelerinde Yazı İşleri Müdürlüğü görevlerinde bulundu. TSYD Trabzon temsilciliği de yapan Güner, Karadeniz Gazetesi’nde köşe yazarlığı yapıyordu. Güner, kurucuları arasında yer aldığı Trabzon Gazeteciler Cemiyetinde, 1992–1996 yılları arasında başkanlık görevini yürüttü. Cemiyetin Onursal Başkanı olan Güner’in, ‘Gök Renginde Trabzon’ ile ‘Düşler ve Düşünceler’ adlı kitapları bulunuyor. Bu kitaplar Trabzon’un kültürüne, sanatına, edebiyatına ve yaşamına ışık tutuyor.

Ömer Güner 1976’dan beri emekli hayatı yaşıyordu. Fakat o hiçbir zaman toplumdan kopmamıştı. Hayatla barışık bir insandı. Yapılan etkinliklere sürekli katılıyordu. Uzun yıllardan beri ‘Parkinson’ hastalığıyla mücadele etse de; yine de diri görünmeye çalışıyordu.

Gazeteci-Yazar Ömer Güner kelimenin tam anlamıyla bir Trabzonspor sevdalısıydı. Onun Trabzonspor sevgisi dillere destandır. O, ölümünden birkaç saat önce bile Trabzonspor’un son durumunu, teknik direktörün belirlenip belirlenmediğini sormuştur. Bu ifadeler onun Trabzonspor sevgisinin derecesini göstermesi bakımından önemlidir.

Ömer Güner’in Trabzon sevgisi başka hiçbir şeyle ölçülemezdi. O, Trabzon’un her caddesini, sokağını evi gibi kabul ediyordu. Trabzon’dan ayrılmayı düşünmedi hiçbir zaman.

Gazeteci-Yazar Ömer Güner için Trabzon Gazeteciler Cemiyeti önünde bir tören düzenlendi. Ardından İskenderpaşa Camii’nde kılınan cenaze namazının ardından Sülüklü Mezarlığı’nda toprağa verildi. Böylece Trabzon’un geçmişinde çok mühim bir yere sahip olan bir çınar daha devrildi. Ömer Güner’e Allah’tan rahmet, sevenlerine başsağlığı diliyoruz.

13 Haziran 2009 Cumartesi

Yüreği Kefeninden Ak Bir Güzel İnsan: Faruk Yücel

M.NİHAT MALKOÇ

Sevdiklerimiz ötelere göçerken aslında bir yanımızı da beraberinde götürüyorlar. Her geçen gün biraz daha yalnızlaşıyoruz; belki en uygun tabirle gittikçe azalıyoruz. Barış yerine özlemler getiriyor uzaklardan güvercinler… Terk edilmişliğin acısı çöküyor yüreğimize.

‘Her ölüm erkendir’ aslında. Çünkü beden yaşlansa da ruh her dem taze kalıyor tende. Ölüm daha çok yaşlılara yakıştırılıyor. Onun içindir ki ölümle alakalı olarak halk arasında ‘Yaşlılar sıra sıra, gençler ara sıra…’ sözü söylenir. Ara sıra karşılaştığımız genç ölüler bizi iyice üzüyor ve sarsıyor. Onların boşluğunu hiçbir şey doldurmuyor. Bunu yaşayanlar bilir ancak… Ateş bu durumda düştüğü yeri yakmakla kalmaz, yangın yüreğe kadar varır.

Ölüm arabaları acı bir fren sesiyle durdu Gerçek Hayat Dergisi’nin idarehanesinin önünde. Götürülecek yolcuları vardı besbelli. Bu yolcunun henüz 26’sına yeni girmiş genç bir insan olacağını kim tahmin edebilirdi? Gerçek Hayat Dergisi’nin dümeninin başındaki kaptana göz kırpmıştı ölüm meleği… Ama onun bıyıkları daha yeni terlemişti. Üstelik yeni girmişti dünya evine. Önünde uzun yıllar vardı, umutları, hesapları vardı geleceğe dair… Bu yanlış bir adres olabilir miydi? Ölüm meleği yanlış adrese uğramazdı, yanlış kapı çalmazdı.

Kartal Anadolu İmam-Hatip Lisesi’nin farkı fark edilen seçkin öğrencilerinden biriydi Faruk Yücel… Arkadaşlarıyla birlikte “Chulsuzlar” adlı bir metal müzik topluluğu kuracak kadar farklı ve radikal biriydi o… Klasik bir İmam-Hatipli değildi anlaşılan… Farklı ve alabildiğine özgün... Fakat inançlıydı, İslam’ın güler yüzlü çocuğuydu; hakikatin bekçisiydi.

Kanser teşhisi konulmuştu Gerçek Hayat Dergisi’nin Yazı İşleri Müdürü Faruk Yücel’e… ‘Bu yaşta da kanser olur mu?’ dediğinizi duyar gibiyim. Ölüm kapıyı çalmak isteyince sebepler koşarak gelir. İşte aynen öyle olmuştu. Fakat Faruk Yücel kardeşimiz ‘kanser’ kelimesinin soğuk telaffuzuna rağmen metin göründü hep, diri ve iri durmaya çalıştı.

Gençti, yakışıklıydı, karizmatik bir duruşu vardı Faruk Yücel’in… Genç yaşında büyük işlere girişmişti. Hayalleri zihninden taşıyordu birer birer... Hesapları sayfalar dolusuydu. ‘-cek/-cak’ları uzayıp gidiyordu. Fakat bütün bu özellikleri kanserin kurşundan ağırlığı altında bir anda ezilerek tuz buz oldu. Önce uzun sırma saçları kemoterapiye yenildi.

Haziranda ayrıldı aramızdan sevgili Faruk Yücel… Bu Haziran’ın kaçıncı güler yüzlü yolcusuydu?... Yazın bu güzel demlerinde dünyadan göçmek kolay olmasa gerek. Dostları bu duygularla musallanın başındaydı. Hayatı dolu dolu yaşayan, 26 yıla pek çok şeyi sığdıran dev bir adam uzanmıştı musallanın üstünde. Yapacakları musallanın üstüne konsa başı göğe değerdi Faruk’un… Fakat insanların hesabı olduğu gibi Allah’ın da bir hesabı vardı nitekim...

‘Merhum’ kelimesi mümin ölüler için kullanılır. Fakat bu kelime bir genç ölünün adının önüne gelince üşütüyor içimizi. Faruk Yücel için de geçerli bu söylediğim. Fakat onun adının önüne artık ‘merhum’ sıfatını getireceğiz. Allah’ın merhamet ettiği kul sayacağız onu.

Merhum Faruk Yücel’i önce İstanbul merkezli çıkan “Bu Yaka” adlı gazeteyle tanıdık. Kısa ömrünün son demlerinde Gerçek Hayat Dergisi’nin başında gördük onu. Geleceği parlak görünüyordu. Gelecekte adından söz edilecek işler yapıyordu. Gür sesini yarınlara taşıyordu.

Âh Faruk Yücel âh!.. Seni çok özleyeceğiz. Gerçek Hayat’taki yazılarını mumla arayacağız. Harbi sözlerini duymak isteyecek kulaklarımız. Canının parçası saydığın Beşiktaş iki kupa aldı bu yıl… Bu sene senin senen olacaktı ama sen bu güzellikleri gör(e)meden uzun ve geri dönüşü olmayan bir yolculuğa çıktın. Umarım bunlarla kıyaslanamayacak güzellikler karşılar seni. Sen şimdi bize göre sonsuzluk âleminin kıdemli sakinleri arasına adım attın.

Bizce gerçek hayat ölümden sonraki ahiret hayatıdır. Faruk Yücel, Gerçek Hayat Dergisi’nden gencecik yaşında gerçek hayata göçtü. Zamanın dar kalıplarından zamansızlığa terfi etti o… Arkasında yüzlerce gözü yaşlı insan bıraktı. ‘İnna lillahi ve inna ileyhi raciun’… Ötesi var mı Allah aşkına!… Bizler bu gölge âlemde zamanı hayat değirmeninde öğütüyoruz. Fakat sureti gerçek sanma gafletine düşüyoruz. Faruk kardeşimize Allah rahmet eylesin.

13 Mayıs 2009 Çarşamba

Bir Canlı Tarih Vardı: Şevket Çulha

M.NİHAT MALKOÇ

Ecel gemisi, acı siren sesleriyle hayat limanına uğrayarak oradan topladığı yolcuları ebedî âleme taşıyor. Bu mahzun göç, dünyanın yaratılışından bugüne dek durmadan devam ediyor. Bu göç dünyanın yıkılışına kadar da öylece devam edecektir. Göçenlerden çok, arkada kalanlar yıkılıyor. Fakat Yunus Emre’nin şu veciz beyti bizleri biraz olsun rahatlatıyor:

“Ölümden ne korkarsın/Korkma ebedî varsın.”

Biz Müslümanlar, ölümü bir hicret olarak görüyoruz. O yüzden de ölümden korkmuyoruz. Ölümü ‘şeb-i arus(düğün gecesi)’ olarak gören Mevlana’nın torunlarıyız biz… Ama her nedense hüzünlü oluyor göçler… Hele hizmetleriyle sembolleşen kişilerin ölümü derin bir elem veriyor insana. Merhum Şevket Çulha’nın ölümü de vaktiyle beni çok üzmüştü.

Trabzon’da ‘yürüyen tarih’ olarak adlandırılan Şevket Çulha, 1911’de Boztepe’de dünyaya gelmişti. Birinci Dünya Savaşı’nda Ordu’ya göç etmek zorunda kaldılar. O yıllarda, o çocuk yaşında büyük sıkıntılar yaşadı. Okula orada başladı. Trabzon’un kurtuluşundan sonra bu şehre geri döndüler. Cudibey İlkokulu’na kaydoldu. Ticaret Okulu’na devam etti. 1927’de Yeni Yol gazetesinde spor muhabiri olarak çalışmaya başladı. Bir ara Belediye Başkâtip Muavinliği yaptı. Daha sonra Tekel İşletmesinde çalıştı. Belediye Meclisine seçildi.

Merhum Şevket Çulha Ağabey’le Karadeniz Yazarlar Birliği’nin kuruluş aşamasında, Trabzon İl Halk Kütüphanesi’nde tanışmıştım. Çok dolu, asaletli ve ciddi bir insan olduğu her hâlinden belliydi. Ben o zamanlar yirmi yaşlarında tığ gibi bir delikanlıydım. Toplantıdaki en genç isim bendim. Bu durum rahmetli Şevket Abi’nin de dikkatini çekmiş olacak ki yanıma yaklaşıp sorular sormuştu bana. Bir süre öylece muhabbet etmiştik. Sonunda da gelecekte iyi bir kalem erbabı olacağımı söyleyerek iltifatlarda bulunmuştu bana. Güç ve moral vermişti.

Ben Karadeniz Yazarlar Birliği kurucuları arasında en genç üyeydim. Şevket Çulha da en yaşlısı…. Seksen yaşında bir insanın bu gibi etkinliklere katılması doğrusu garibime gitmişti. Şevket Abi, 1911 ilâ 1996 yılları arasında dolu dolu 85 yıl ömür sürdü. Hayatını hayırlı hizmetler yolunda tüketti. Ölümüne dek onlarca vazifeyi başarıyla ifa etti.

Sporla iç içe bir insandı o... 1930 ilâ 1951 yılları arasında Trabzon Spor Bölgesi Genel Sekreterliği, Hakem Komitesi Başkanlığı, Ceza Kurulu Başkanlığı, Denizcilik Ajanlığı, Spor Bölge İl Müdürlüğü, Atletizm ve Futbol Ajanlığı yaptı. Spora gerçekten büyük hizmetler etmiştir. Bu arada İdman Ocağı, Gençler Kulübü, Karadeniz Kulübü, Şehir Kulübü, Kızılay, Çocuk Esirgeme, Verem Savaş gibi kuruluşlarda başkanlık ve üyeliklerde bulunmuştur.

O, aynı zamanda usta bir kalemdi. Trabzon tarihinin canlı şahitlerinden birisiydi. Yeniyol, Halk ve Şehir, Karadeniz, Kuzey Haber gazetelerinde; Akın, İnan dergilerinde uzun yıllar yazarlık yaparak tarihî birikimlerini yeni nesle aktarmıştır. O, ‘Basın Şeref Kartı’ sahibi olan ender simalardan biriydi. Ölmeden önceki son vazifesi Karadeniz Yazarlar Birliği Yazarlar Meclisi Başkanlığı’ydı. O, daima insanlara rehber ve yardımcı olmaya gayret etti.

Çulha, Atatürk’ün Trabzon’a gelişini çok iyi hatırlayan ve en önemlisi de karşılama merasiminde görev alan tarihî şahsiyetlerden birisiydi. Trabzon’un mâzisini onun kadar iyi bilen ikinci bir isme rastlamak zordur. Muhacirlik günlerinin acılarını yaşayan bir insandı. Bu mevzulardaki hatıralarını değişik yayın organlarında dile getirmiştir. Gençler bunları okumalı.

Canlı tarih merhum Şevket Çulha’nın, ömrü boyunca yaptığı vazifeleri başlıklarıyla sıralarsak sayfalarımız kâfi gelmez. Araştırmacı-Yazar Mustafa Yazıcı’nın yaptığı hesaplara göre Çulha, 85 yıllık ömrü boyunca üç yüz yıllık hizmet görmüştür. Böyle insanlar çok nadir geliyor dünyaya. Araştırmacı-Yazar Murat Yüksel Bey, Şevket Çulha’yla görüntülü vesika niteliği taşıyan mühim televizyon programları yapmıştı. Trabzon’un tarihî ve kültürel mâzisi konusunda araştırma yapmak isteyenler bu program kayıtlarından yararlanabileceklerdir. 13 Kasım 1996’da aramızdan ayrılan gazeteci-yazar Şevket Çulha’yı unutmadık, unutmayacağız. O, vefakâr Trabzonluların hafızasındaki yerini hep koruyacaktır. Allah rahmet eylesin.

17 Nisan 2009 Cuma

Dünü Bugüne Taşıyan Köprü İnsan: Ekrem Hakkı Ayverdi

M.NİHAT MALKOÇ

Nice güzel insanlar hoş bir seda bırakarak geçti bu fani dünya üzerinden. Onlar ki dünyanın imarı ve ıslahı için gecelerini gündüzlerine kattılar. ‘Ben’ demediler ‘biz’ dediler nefesleri tükeninceye kadar.... İnsan, keser misali hep kendine yontsa da onların keseri millete yonttu her ne varsa… ‘Ben’ diyenler son nefeslerini verince unutulup gitti. ‘Biz’ diyerek mesaisini millete harcayanlar ise hâlâ yaşıyor hafızalarda. Zihinlerde yaşayan bu mümtaz şahsiyetlerden biri de ‘mimar, mühendis, tarihçi ve yazar’ sıfatlarını bir bedene sığdırabilme başarısını göstermiş insanlardan biri olan çok kıymetli merhum Ekrem Hakkı Ayverdi’dir.

Bu yıl, çok değerli kültür ve sanat dostu Ekrem Hakkı Ayverdi’nin 120. doğum yıldönümünü kutluyoruz. Bu sene aynı zamanda onun 25. ölüm yıldönümü… Zira o, 1899 yılında İstanbul’da, Şehzadebaşı’nda doğmuş, 24 Nisan 1984’te ise Fatih semtinde son nefesini vermişti. Yani o, bir yıl da olsa hem 19. hem de 20. yüzyılda yaşama bahtiyarlığına erişmişti. Fakat o, Osmanlı’nın çöküş yıllarında çektiği acıları ve Osmanlı’nın bir dağ gibi yıkılışını görerek üzülmüş, Osmanlı’nın enkazı üzerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti ise onun keder bulutlarını dağıtmıştır. Bu yılı vesile bilerek onu yeni nesillere hakkıyla tanıtmalıyız.

Emsalsiz tarihî mirasımızı geleceğe taşıyan Mimar Ekrem Hakkı Ayverdi çok kıymetli yazar Samiha Ayverdi’nin abisidir. Onlar ailece Osmanlı-Türk kültürünün ve İstanbul’un hayranıdırlar. Anne tarafları Kanûnî Sultan Süleyman’ın Budin seferinde şehit olmuş ve oraya defnedilmiş olan Gül Baba’ya kadar uzanır. Onlar Şehzadebaşı’ndan İstanbul’u hayranlıkla temaşa etmiş ve Mecnun’un Leyla’ya duyduğu aşk derecesinde bu Osmanlı payitaht şehrini sevmişlerdir. Onlar da Yahya Kemal’in İstanbul’a dair söylediği “Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer’ dizesine gönülden katılmışlardır. İstanbul’un şifahi kültürü onların ruhunu emzirmiş, cilalamıştır. Bir zaman sonra da bütün güzellikleriyle İstanbul’un rengine boyanmışlardır. İstanbul onların ruh ikizi olmuştur. İstanbul’la adeta özdeşleşmişlerdir.

İstanbul Vefa Lisesi mezunu olan ‘mimar, mühendis, tarihçi ve yazar’ Ekrem Hakkı Ayverdi, gerçekten de milletine ve köklü kültürüne karşı emsalsiz vefa örnekleri göstermiştir. Mühendis Mektebi’ni bitirdikten sonra uzmanlaşma sahası olan restorasyon işlerine gönül vermiştir. O, Bernard Lewis’in “Tarih bir milletin hafızasıdır; tarihini bilmeyen millet, hafızasını kaybetmiş insana benzer.” sözünü bütün hücreleriyle benimsemiştir. Gelecek nesillerin tarih şuuruyla yetişmesi için elinden geleni yapmıştır. Bu çerçevede ecdat yadigârı tarihî eserleri aslına uygun olarak restore etmiş, kültür kurumları kurulmasında öncü olmuştur.

Bütün vaktini Türk kültürünün, Türk tarihinin imarına ve bütün güzelliğiyle, güler yüzüyle inkişafına harcayan merhum Ekrem Hakkı Ayverdi, Kubbealtı Akademisi ve İstanbul Fetih Cemiyeti’nin de kurucu üyeliğini yapmıştır. O, aynı zamanda Mühendisler Birliği ve Türkiye Turing Otomobil Kurumu şeref üyelerindendi. Onun Türk Tıp Tarih Kurumu ve Türk Ocağı üyesi olduğunu da unutmamak lazımdır. Ekrem Hakkı Ayverdi Bey, İstanbul Fetih Cemiyeti ile bu cemiyete bağlı Yahya Kemal Enstitüsü ve İstanbul Enstitüsü’nün otuz yıl boyunca başkanlığını yapmıştır. Bu kurumlarda, zor şartlarda büyük hizmetlere imzasını atmıştır. Onun inşa ettiği ve yaşattığı bu kurumlar bugün hâlâ hizmetlerini ifa etmektedir.

Türk edebiyatının ve Türk kültürünün kıymetli araştırmacılarından biri olan merhum Mehmet Kaplan’ın Ekrem Hakkı Ayverdi hakkındaki şu ifadeleri onu daha iyi tanımamıza yardımcı olacaktır: “Mimar Sinan’ı bugünkü dünyaya getirsek acaba karşımıza nasıl bir insan çıkardı? diye çok kafa yorduğumu hatırlarım. Fakat karşımda bulduğum insan daima Ekrem Hakkı Ayverdi’dir. Osmanlı evliyalarının kabirleri başında gözümü yumup onları ayağa kaldırdığımda, ‘Karşıma kim çıkacak?’ diye merak ettiğim zaman bakarım karşımdaki zat Ayverdi’dir. Osmanlı efendiliğini, Osmanlı çelebiliğini temsil eden bir insanı tasavvur etmek için tahayyülümüzü çalıştırdığımızda ‘Acaba karşımıza kim çıkacak?’ diye düşündüğümüz zaman, yine daima o tasvir içinde Ekrem Hakkı Bey’in siluetini görmüşümdür.”

Merhum Ekrem Hakkı Ayverdi hakiki bir Türk-İslam münevveriydi. O, hiçbir zaman Batı’ya meyletmemiş, Osmanlı terbiyesi alarak son nefesine kadar bir ‘İstanbul Beyefendisi’ gibi yaşamıştır. Onun yolu Batı hayranlarıyla ayrılmıştır. Onlara karşı daima amansız bir mücadele vermiştir. Anadolu’nun yazılmamış bir destan olduğunun ve kendi diyarının da bin bir baharı sakladığının farkına varmış basiretli bir aydındır o… Ayverdi, neslin kurtuluşu için gecesini gündüzüne katmıştır. Müslüman Türk’ün mirasını har vurup harman savurmamış, onu geleceğe taşımanın gayreti içerisinde olmuştur. O, eğitimini aldığı mimarlık mesleğini Osmanlı eserlerinin yaşatılmasında kullanmıştır. Sadece taşlarla değil, ruhlarla da uğraşmıştır. Yani o, aynı zamanda bir ruh mimarı olarak da gelecek nesillerin ruhlarını imar etmiştir.

Ekrem Hakkı Bey’in hanımı olan İlhan Ayverdi de eşi gibi kültür ve medeniyet konusunda hassastı. O, bir dil bilimci ve edebiyat öğretmeni olarak eşine hep destek olmuştur. Türk kültür ve medeniyetinin korunmasında ve ihyasında yılmaz bir mücadeleci olan merhum Ekrem Hakkı Ayverdi, yaptığı birbirinden kıymetli çalışmalarla geleceğe taşınması gereken çok mühim bir isimdir. Bundan yirmi beş yıl evvel aramızdan ayrılan merhum Mimar Ekrem Hakkı Ayverdi’nin yazdıkları da çok önemlidir. Onun kaleme aldığı birbirinden kıymetli eserler büyük bir yekûn teşkil eder. Onun eserleri arasında şunları sayabiliriz: ‘18. Asırda Lâle’, ‘Fatih Devri Mimarisi’, ‘Fatih Devri Hattatları ve Hat San’atı’, ‘Fatih Devri Mimarî Eserleri’, ‘19. Asırda İstanbul Haritası’, ‘Fatih Devri Mimarisi Zeyli’, ‘Osmanlı Mimarisinin İlk Devri I’, ‘İstanbul Vakıfları Tahrir Defteri’(Ö. L. Barkan ile), ‘Osmanlı Mimarisinde Çelebi ve II. Sultan Murat Devri II’, ‘Osmanlı Mimarisinde Fatih Devri III’, ‘Osmanlı Mimarisinde Fatih Devri IV’, ‘İlk 250 Senenin Osmanlı Mimarisi’(A. Yüksel ile), ‘Avrupa’da Osmanlı Mimarî Eserleri, Romanya, Macaristan I’(A. Yüksel, G. Ertürk, İ. Numan ile), ‘Avrupa’da Osmanlı Mimarî Eserleri, Yugoslavya II’(A. Yüksel, G. Ertürk, İ. Numan ile), ‘Avrupa’da Osmanlı Mimarî Eserleri, Yugoslavya III’(A. Yüksel, G. Ertürk, İ. Numan ile), ‘Avrupa’da Osmanlı Mimarî Eserleri, Bulgaristan, Yunanistan, Arnavutluk, IV’…”

Ekrem Hakkı Ayverdi Bey, Türk kültürüne yürekten sevdalı bir insandı. Bu kültürün yaşatılması için çırpınıp duruyordu. Onun ecdat yadigârı eserleri onarması bunun göstergesiydi. Onun çoğu İstanbul’da, bir kısmı da Bursa, Edirne, Havsa ve Çorlu’da olmak üzere onararak Türk kültürüne kazandırdığı eserleri sıralamaya kalksak inanın sayfalarımız yetersiz kalır. Onun aslına uygun olarak gerçekleştirdiği restorasyonlardan bir kısmı şunlardır: İstanbul’da Zeynep Hanım Konağı, Dârülfünûn (İstanbul Üniversitesi) Kütüphanesi, Harbiye Nezâreti ve aynı binanın İstanbul Üniversitesi olarak düzenlenmesi, Topkapı Sarayındaki bazı kısımlar, Bâlî Paşa, Sultan Selim, Mesîh Paşa, Lâleli, Ayasofya, Dâvûd Paşa Camileri, Gazanfer Ağa, Kuyucu Murad Paşa ve Hasan Paşa Medreseleri, Beykoz İshak Ağa Çeşmesi, Edirne’de Selimiye Camii, Üç Şerefeli Cami, Eski Cami, Yıldırım, Muradiye ve Süleyman Paşa Camileri ile Çelebi Bedesteni, Havsa’da Sokullu, Çorlu’da Süleymaniye Camileri…

Engin bir bilgiye ve birikime sahipti Ayverdi... Fakat ne kadar bilgili ise bir o kadar da tevazu sahibiydi. Bilgiliydi ama bilgi hamalı değildi. Kültür, sanat, edebiyat, hak ve hakikat adına ne bilirse onu muhataplarıyla paylaşırdı. İlimde kıskançlığı bir afet olarak addederdi.

Merhum Ekrem Hakkı Ayverdi’nin dil hassasiyeti de her şeyin üzerindeydi. Türkçenin sevdalılarının başında geliyordu o… Türkçenin aydınlık geleceği için kafa yoruyordu. Onun Türkçeyi çok iyi kullandığını eserlerinde müşahede ediyoruz. Zira Türkçeyi bir kuyumcu titizliğiyle eserlerine nakşederdi Ayverdi... Dilin kullanımı konusunda ifrat ve tefrit sınırlarından daima uzak dururdu. Her işinde olduğu gibi bu işte de orta yolu tutardı. Onun eserlerindeki kelime hazinesinin zenginliği iyi bir okuyucunun hemen dikkatini çeker. . Onun birbirinden kıymetli eserlerini dikkatli bir gözle ve açık bir şuurla okuyunca sizler de bunun farkına varırsınız. Bu arada Türkçenin maksatlı bir şekilde bozulması onu çok rahatsız ediyordu. Türkçeyi bozanları ‘hain’ olarak niteliyor, bütün gücüyle onlara cephe alıyordu.

Allah, Ekrem Hakkı Ayverdi’ye seksen iki yıl gibi uzun bir ömür bahşetmişti. Fakat o, bu ömrü boş idealler uğranda geçirmemiş, her dakikasını milletine harcamıştı. Üç ömre sığdırılmayacak işleri o, bir ömre sığdırmıştı. Zira o, kendini Müslüman-Türk kültürünün bayraktarı olarak görüyordu. O, vurdumduymazlığı en büyük düşman olarak görmüş, başta tarih, kültür ve medeniyet olmak üzere her konuda hassasiyetini göstermiştir. Millî ve manevî konular onun ilgi sahasında devamlı ilk sırayı işgal etmiştir. Hiçbir şeyi görmezden gelmemiştir. Doğru bildiklerini her ortamda yüksek sesle dile getirmiş ve her konuda iyi bir takipçi olmuştur. Onu ‘evlad-ı fatihan’ın mühim bir siması saymak gerekir. Prof. Kazım Çeçen’in “Bu zatın ilim sahasında yaptıklarını ve meydana getirdiği eserleri ancak bir enstitü yapabilirdi.” sözü gerçekten onun üstün gayretini ve büyüklüğünü gösteriyor bizlere.

O, Türk mimarlık tarihi ve Türk-İslam kültür sahasında yaptığı kıymetli çalışmalarla adını altın harflerle düne, bugüne ve gelecek zamana yazdırmıştır. 1979 yılında İstanbul Üniversitesi Senatosu tarafından kendisine “Fahrî Edebiyat Doktoru” payesi, Aydınlar Ocağı tarafından da “Üstün Hizmet Armağanı” verilmiştir. Onun büyük ve çileli araştırmalarla hazırladığı “Avrupa’daki Osmanlı Mimarî Eserleri” külliyatını zikretmeden geçmemek gerekir. Romanya, Macaristan, Yugoslavya, Arnavutluk, Yunanistan ve Bulgaristan sınırları içindeki Osmanlı eserleri onun sayesinde gün yüzüne çıkmıştır. Ayverdi’nin sekiz büyük ciltten oluşan ve Osmanlı mimarisinin başlangıcından Fatih Sultan Mehmet Han devri sonuna kadar olan 250 senelik bir devreyi ele aldığı külliyatı, alanında yazılmış benzersiz bir eserdir. O, bize şanı üç kıtaya yayılan ecdadımızı ve onların harikulade eserlerini hatırlatmış, bu eserlerin hamisi olmuştur. Vefanın can çekiştiği bu asırda bile o, sırf bu yüzden daima rahmetle ve minnetle yâd edilecektir. Onun kültürel mirası ayağa kaldırılacaktır.

Alperen ruhlu Fethi Gemuhluoğlu, Ayverdi’ye çok değer veriyor, ona ‘Anadolu ve Rumeli Beylerbeyi’ diyerek takılıyordu. O, bütün aydınlar tarafından seviliyor ve sayılıyordu. Muharrem Ergin’in onunla ilgili şu sözlerini, öneminden dolayı dikkatlerinize sunuyorum: “Ekrem Hakkı Ayverdi’nin şahsiyeti bende Osmanlı tarihinin canlı bir abidesi hissini uyandırırdı. Dik, ince, uzun boyu, yüksek alnı, derin, onurlu bakışı, konuşması, gençlere karşı sevgi ve şefkat dolu davranışı, asırlar ötesinden gelen bir yüceliği aksettiriyordu. Onu eski ahi Türkleri gibi kendi eli ile kurduğu ve onardığı o güzel tarihî binada her gördükçe içimde cedlerle karşılaşmaktan doğan bir ferahlık ve güven duygusu hissederdim. O hâlâ Türk tarihini yaratan ruhun devam ettiğinin ve edeceğinin bir delili gibiydi.”

Merhum Ekrem Hakkı Ayverdi, dünya malına değer vermeyen tok gönüllü bir cemiyet insanıydı. Ekrem Hakkı Ayverdi bir vakıf adamıydı. O, 12 Ocak 1979’da millî irfana ve sanata hizmet etmesi için Kubbealtı Akademisi Kültür ve Sanat Vakfı’nı kurmuştu. Onun en değerli varlıkları kitaplarıydı.1978 senesinde bütün mal varlığını, kitaplarını, içindeki eşya, hat, tezhip, cilt, yazı âletleri ve işleme koleksiyonlarıyla birlikte evini, kendi kurmuş olduğu Kubbealtı Kültür ve Sanat Vakfına bağışlamıştır. Ömrü boyunca Türk kültür ve medeniyetinin inkişafı ve ihyası için gayret sarf eden bu yüce gönüllü insan, ölmeden evvel neyi varsa bu yola feda etmiştir. O, “Vakfı kurduk. Mal varlığımı da vakfa bıraktım. Artık gözüm arkada değil” demiştir. Bugün bu güzel vakıf emin ellerde hizmetlerine devam ediyor.

Ekrem Hakkı Ayverdi gibi insanlara bugün dünden daha fazla ihtiyacımız vardır. Bugün ne yazık ki onların ömürlerini adadığı kültürel mirası milletçe har vurup harman savuruyoruz. Boş idealler uğrunda zaman öldürüyoruz. Onların yerine gelen isimler onların bıraktığı boşluğu asla dolduramıyor. Bu da bizi gelecek adına endişelendiriyor. 24 Nisan 1984 tarihinde İstanbul’da ölen Ekrem Hakkı Ayverdi, Merkez Efendi Kabristanı’nda medfundur. O şimdi kabrinde Türk-İslam âleminin bugününü görerek kim bilir ne kadar da üzülüyordur.

Ekrem Hakkı Ayverdi gibi insanlar bu ülkenin millî ve manevî sigortasıdır. O sigorta atarsa bu ülke karanlığa gömülür. Bu sigortanın atmaması için milletçe seferber olmalıyız. Zira Ayverdi gibiler çok sık gelmiyor dünyaya. Onların yeri sanıldığı kadar kolay dolmuyor. Onları çok iyi tanımalı, eserlerini okumalı ve yeni nesillere tanıtmalıyız. Onlardan ilham alarak millî ve manevî çizgide geleceğe yönelmeliyiz. Merhum Ekrem Hakkı Ayverdi’yi doğumunun yüz yirminci, ölümünün yirmi beşinci yılında rahmet ve minnetle anıyoruz.

İlk Yayın: Kubbealtı Akademi Mecmuası / Nisan 2009

28 Mart 2009 Cumartesi

Sonsuzluğun Sahibine Giden Yolcu

M.NİHAT MALKOÇ

Muhsin Reis, gülün ve hilalin aşığıydı. Sevgiyle bakıp gül gibi gören insandı o… O, kurduğu partinin ambleminde de hilalin kalbine gülü yerleştirmişti. O, Necip Fazıl’ın Sakarya Türküsü’nde ruh portresini çizdiği masum Anadolu’nun saf çocuğuydu. Birileri düz yolda giderken o hep yokuşlarda susadı. Keza oluklar çiftti, birinden nur, birinden kir akıyordu. Onun ruh çeşmesinden sonsuzluğa nur akıyordu. Kurşundan daha ağır bir davanın yükünü taşıyordu yüreğinde. Horlanmış, öksüz bırakılmış bir büyük davayı sırtlamaya ant içmişti bu güzel insan… Bu fani âlemde bir büyük imtihanda olduğunun bilincindeydi her zaman…

Son Peygamberdi Muhsin Reis’in en büyük kılavuzu. Yüce Kur’an’dı ona ışık veren ve dosdoğru yolu gösteren… Gücünü ve ışığını Hakk’tan ve hakikatten alıyordu. Hak bildiği yolda emin adımlarla ilerliyordu. İlahî hakikatin zirvesine giden kervanın kalabalıklaşması içindi bütün gayretleri. Bu kutlu yolculukta yalnız değildi şüphesiz. Alperenleri vardı yanında ve yakınında. Sayıları az olsa da imanları kaviydi. Bu yola adamıştılar her şeylerini.

Kader Muhsin Başkanın ruh hamurunu akrebin kıskacında yoğurmuştu. Böyle gelen bu dünyanın böyle gitmemesi içindi bütün mücadelesi. Böyle gitmemeliydi bu dünya… Müslümanlara reva görülen hayat bu olmamalıydı. Hakikat davası yerlerde sürünmemeliydi.

Sonsuzluğun sahibinin rızasını kazanmaktı Muhsin Ağabey’in tek düşüncesi. Bin bir başlı kartalı taşıyan bir kanaryaydı o… İslam davasının hamalı görüyordu kendini, bundan da hiç şikâyetçi değildi. Sonunda elde edeceği bir rütbe ve mal da yoktu. Fakat Allah’ın rızasını kazanmak her şeyin fevkindeydi ona göre… Yollara düştü bunun için… Kervanı yolda düzeltti. Sonunda da anneden, vatandan ve arkadaştan ayrılarak sonsuzluğun sahibinin rahmet iklimine sığındı. Neticede dünyada eşi ve benzeri olmayan sırça köşklere göçtü inşallah…

Öz yurdunda garipti, öz vatanında paryaydı Muhsin Reis… Bunun değişmesi için, vatanın gerçek sahiplerinin, vatan sevgisiyle yürekleri atanların insanca yaşaması için mesaisine ara vermedi hiçbir zaman… Kimseyi horlamadı, küçük görmedi. Başörtülüyle başörtüsüz kızlarımızın aynı üniversite çatısı altında öğrenim görmesi en büyük hayaliydi onun. Ne yazık ki bu hayalin gerçekleşmesini dünya gözüyle göremeden ebedî âleme göçtü.

Dünyanın ve ruhların kirlendiği bu zamanda bir ‘elveda’ bile diyemeden hoş bir seda bırakarak büyük kapıdan çıktı Muhsin Reis… Şimdi ötelerde, çok sevdiği biricik gülü olan Resulullah’ının mübarek sancağı altında soluklanmaktadır inşallah… Canından çok sevdiği ve davasını sırtladığı Peygamberinin şefaatini, Allah’ın rahmetini ve mağfiretini ummaktadır.

“Muhsin” kelimesi “ihsan eden, güzel davranan” anlamına gelen ilahî bir isimdir. “Yaptığı hayırlı işi en güzel yapan” demektir. Allah’ın 99 isminden biridir. Bu adı taşımak elde kor alev taşımak kadar zordur. O, zor olanı yaptı; ismiyle müsemma bir hayat yaşadı.

Bir dürüstlük abidesiydi Sivas’ın harbi çocuğu Muhsin Yazıcıoğlu… Eğilip bükülmeden dik duran, onurundan taviz vermeyen bir şahsiyet timsaliydi o… Korkusuzdu, gözü pekti. Tertemiz bir yürek taşıyordu göğüs kafesinde. Siyasetçiydi, temiz kalabilmeyi ilke edinen bir siyasetçiydi. Hilalin gölgesinde siyaset yapıyordu. Gül duruşundan asla taviz vermiyordu. Türkiye’nin yoluna baş koymuştu o… Türkiye sevdalısıydı Muhsin Reis… Topraktı, ekmekti, suydu, namustu, havaydı, inandığı en büyük davaydı Türkiye onun gözünde ve gönlünde. Son nefesine kadar da bu davadan vazgeçmedi bu gül yürekli alperen…

Şimdi yoksun sen… Sen üşürken bizim yüreğimiz yandı kor alevlerle… Giderken helallik aldın ilahî davayı beraber sırtladığın alperenlerden. Sanki bir daha geri dönemeyeceğini biliyordun. Dağlar seni bağrına bastı. Bembeyaz karlar yorganın oldu.

“Uzak, çok uzak bir yerleri özlüyorum” demiştin yirmi beş yıl evvel. “Ey sonsuzluğun sahibi, sana ulaşmak istiyorum” diyordun Mamak’taki soğuk hücrende. Demek ki çilen bitmemişti. Kutlu davan için mücadele etmen gerekiyordu. Şimdi ötelerdesin; demek ki nöbetini tamamladın. Artık şehitlerin safında nimet bekleyenlerdensin. Allah rahmet eylesin.

17 Mart 2009 Salı

Yazmalar Yetim Kaldı


M.NİHAT MALKOÇ

Aynı meslekten olanların birbiriyle evlenme ihtimali doğal olarak daha yüksektir. Çünkü aynı meslekten olanlar genellikle aynı zevkleri ve aynı mekânları paylaşırlar. Bu da daha çok yüz göz olmalarına zemin hazırlar. Bu doğal karşılaşmalar gün gelir aşka, aşk da olgunlaşınca günün birinde evliliğe dönüşür. Ülkemizde ve dünyada bunun sayısız örneğine şahit olabilirsiniz. Romanyalı ressam Ernestine ile Türk ressam ve şair Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun ölümsüz aşklarını bilenler bilir. Hayat, bu iki resim ustasını aynı karede buluşturmuştu. 1930 yılında tanışan bu güzel çiftin daha sonra kitap haline de getirilen sevgi ve hasret yüklü aşk mektupları tabir caizse sandıklar dolusudur. Sonunda aynı yastığa baş koyan ve Eren adını alan Ernestine ile Bedri Rahmi’nin evliliğinin ilk ve tek meyvesi 1939’da dünyaya gelen ve babası gibi bir sanatkâr olan Mehmet Hamdi Eyüboğlu’dur.

Mehmet Hamdi Eyüboğlu hiçbir zaman babası kadar şöhretli olamadı; belki böyle bir şeyi tercih etmedi. Fakat yaşadıkça güzel işler yaptı ve babasının yolundan gitti. Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun oğlu Mehmet Hamdi Eyüboğlu da her fani gibi hayata gözlerini yumdu. Trabzon kökenli olan, ABD, Kanada gibi birçok ülkede kaldıktan sonra son yıllarda hayatını İstanbul’da sürdüren Mehmet Hamdi Eyüboğlu değerli yazar Sabahattin Eyüboğlu’nun da yeğeniydi. Mehmet Hamdi Eyüboğlu, babası Bedri Rahmi Eyüboğlu’ndan kendisine miras kalan yazmacılık sanatını devam ettirmeye çalışıyordu. Onun hayat öyküsünü Mehmet Akif Bal’ın kaleme aldığı “Trabzonlu Ünlü Simalar” adlı eserden sizlere aktarmak istiyorum:

“Yazma sanatçısı Mehmet Hamdi Eyüboğlu 1939 yılında İstanbul’da doğdu. Maçka ilçesinden Prof. Dr. Bedri Rahmi Bey’in ve Eren Hanım’ın oğludur. İlk ve ortaöğrenimini Fındıklı Örnek İlkokulu’nda, Fransız St. Joseph Lisesi’nde ve Kabataş Erkek Lisesi’nde tamamladı. Maya Galerisi’nde açılan yazma sergisinin hazırlanışında çalıştı. İlk baskı ve boyamalarını yaptı. 1960 yılında Kanada’ya gitti ve orada mektupla tanıştığı Fransız Kanadalı Hughette Bouffard’la evlendi. 1962 yılında ABD’de New Jersey Fairleight Dickinson Üniversitesi’nden burs kazandı ve Kanada’dan Amerika Birleşik Devletlerine geçti. Amerika Birleşik Devletleri’nde Philadelphia, California, Chicago ve New Jersey eyaletlerinde Bedri Rahmi ve Eren Eyüboğlu sergilerini açtı. 1966 yılında okuduğu üniversitenin Pazarlama ve İstatistik bölümünden mezun olarak Türkiye’ye döndü. 1969–1975 yılları arasında İlsan, Roche ve Nasaş’ta araştırmacı ve pazarlamacı olarak çalıştı. 1976 yılında babası Bedri Rahmi’nin vefatı üzerine önemli bir değişim geçirdi; ailesini ve işini bırakarak annesi Eren Hanım’ın yanına döndü. Baba mesleğini yapmaya başladı. Uzun bir aradan sonra yazma sergileri açtı. 1977 yılında kalıp oyma dalında kendi buluşu olan yepyeni bir teknik geliştirdi. İlk kez Eren Eyüboğlu kalıpları oydu ve 1977–1992 yılları arasında çok sayıda sergi açtı.”(1)

Yazma ustası Mehmet Hamdi Eyüboğlu, babasının yaptığı gibi bir yabancıyla evlenmeyi tercih etmişti. O, Kanadalı Hughette ile evliydi. Mehmet Hamdi Eyüboğlu’nun eşi Hughette’nin anılarını içeren “Kanadalı Bir Gelinin Türkiye Anıları” adlı kitap, kendini bir Türk gibi hisseden birinin duygu ve düşüncelerini yansıtmaktadır. Okunmaya değer olan bu kitabın arka sayfasında eserin içeriğine dair şu ifadeler yer alıyor: “Bu anılar, bir Türk’e âşık olmuş, onunla evlenmiş, içinde yaşadığı toprak ve kültürden ayrılıp bambaşka bir toprak ve kültüre dâhil olmuş bir kadına ait; Türkiye’ye gelen bir geline. Kanadalı Hughette Hanım Türk resminin seçkin isimleri Bedri Rahmi - Eren Eyüboğlu ailesinin gelini. Ülkemize gelir gelmez, kültür ve sanat dünyamızın en önemli ve en renkli isimlerinin arasında buluyor kendini; yeni vatanını onlarla tanıyor... Mehmet Eyüboğlu’nun eşi olan, sağlık sektörüne önemli hizmetler veren, sürekli çalışan ve üreten Hughette Hanım’ın anıları, Türkiye'nin çalkantılı yıllarının ve aydınların başına gelenlerin trajik öyküsünü aktarıyor bize...”

Mehmet Hamdi Eyüboğlu iyi bir evlat örneği veriyordu. Zira babasının kitaplarını uzun yıllardan beri o, yayına hazırlıyordu. Özellikle annesi Eren Eyüboğlu’yla babası Bedri Rahmi Eyüboğlu arasındaki aşk mektuplarını bir araya getirdiği kitaplar önemlidir. Bu mektuplar bir dönemin sevgi tarihine düşülen notlar olarak da kabul edilebilir. İlginçtir ki bu mektuplar muhataplarına Türkçe değil, Fransızca yazılmıştır. Bu kitaplarda el yazısıyla yazılan mektuplar, zarflar, desenler, resimler, fotoğraflar da yer almaktadır. Onun, babası Bedri Rahmi Eyüboğlu ile amcası Sabahattin Eyüboğlu arasında gidip gelen, birbirinden güzel olan ve edebî bir üslupla kaleme alınan mektupları “Kardeş Mektupları” adıyla yayına hazırladığını da belirtmek istiyorum. Mehmet Hamdi Bey’in anne ve babasına olan derin sevgisini ve muhabbetini aşağıdaki sözlerde bütün açıklığıyla ve çıplaklığıyla görebiliriz:

“...Babamı 21 Eylül 1975’te, annemi 29 Ağustos 1987’de yitirdim. Her ikisinde de çok sarsıldım. Bir daha geriye gelmemecesine yuvalarından uçan bu güzel insanlardan geriye kalanlara, akıllıca sahip çıkabilmek için çok zaman, güç ve para harcadım. Her ikisinin de çok özel ve güzel insanlar olduklarını, aklım ilkokul çağlarında kesmişti. Çevremizde bir sürü ana, baba vardı. Ama bizimkilerin havaları bambaşkaydı. Sergileri bir başkaydı. Konuşmaları, tartışmalar bir başkaydı. Eşleri, dostları, gelenleri, gidenleri bir başkaydı. Yemeleri, içmeleri bir başkaydı. Her ikisi de çok sevgi dolu insanlardı. Hayret ederlerdi; şaşarlardı. Çok okurlardı. Çok severlerdi. Her zaman, her yerde, herkesi severlerdi. Yedikleri sevgi, içtikleri sevgi, soludukları bile sevgiydi. Her günümüz bir şiir tadındaydı. Coşkulu insanlardı. Babamın kaç kere Ankara’da Saman Pazarı’nda bir kilim satıcısında gördüğü bir kilim karşında heyecanlanıp uzun süre ağladığına şahit olmuşumdur. Çok çalışkan insanlardı. Yaşam sarhoşuydular. İnsan gibi güler, insan gibi ağlar ama devler gibi çalışırlardı...”(2)

Mehmet Hamdi Eyüboğlu, yazmacılığa gönül vermiş, adeta sevdalanmış bir insandı. O bu işe sadece emeğini değil; sevgisini ve göz nurunu da katıyordu. En büyük gayesi babasının da felsefesi olan ‘güzeli çoğaltmak’ düşüncesini diri kılmaktı. O, güzeli çoğaltmak ve geniş kitlelere yaymak için yazmacılık geleneğini yaşatmaya çalışıyordu. Onun yazmacılıkla ilgili şu duygu ve düşünceleri bu arzuyu açıkça ortaya koymaktadır: “Motiflerimizin gönüllere girme, akılda kalma, insanları mutlu etme, onlara neşe, yaşama sevinci verme özellikleri var. Evrensellikleri var. Bizim motiflerin yayılma özellikleri var. İşte ben buna inandığım için yazmacı oldum. Buna ikna olduğum için çok özen gösteriyorum tezgâhıma... Bugün buradaysa diyorum ‘bizim yazmalar, yarın Çin’dedir.’ Ve benim yediveren ustalarım, annem babam yüreğimin taa içindedir. Onlara olan sonsuz sevgim, saygım, mesleğe olan aşkım, beni ayakta tutuyor. Ustalarıma olan sevgiyle eriyip yok olasım geliyor.

‘Erimek belirsizce her şeyde / Karışmak sulara, ‘yazmalara’… / Sinmek, kokusuna mor menekşenin / Yaşamak, damar damar, nefes nefes /Yaşamak, tükene tükene…’

İşte ben de böyle, damar damar, nefes nefes eriyorum yazmalarımda. Benim yazmamı eline alan Bedri Rahmi’nin yüreğini tutuyordur elinde… Eren Hanım ağacının dalındadır, yaprak yaprak… Onları yaşatmaktı dileğim. Kalıplarımı gözyaşlarımla oyuyorum. İçlerine de canımı katıyorum. Onların ne kadar has, ne kadar özlü olduklarını bildiğim için, işlerini kendi özümle sulandırsam bile, gayet iyi biliyorum ki, değerlerinden hiç bir şey kaybetmeyecekler. Onların kişilikleri o kadar kuvvetli ki, sevgileri o kadar yoğun ve katıksız ki, çoğalmayla tatsızlaşmıyorlar. Zaten Bedri Rahmi’nin ellili yıllarda yazılarını izleyenler Bedri Rahmi’nin de yazmaya yönelmesinin asıl nedeninin ‘güzeli çoğaltmak’ olduğunu pek iyi anlayabilirler. Peki! Ben neresindeyim bu işin? Ben bir yazma emekçisiyim. Boyasından fırçasına, bezinden kalıbına... Alaettin lamba fitilinden, su pompasına kadar her taşın altındayım. İşi götüren benim, biricik eşimle hayat arkadaşım ve can yoldaşım Hüget Gelinle. Çalışan, ustalarımı alın terimle yaşatıyorum. Kendim de ‘Kandilli Yazmaları’na vurgunum. O yönde bir şeyler yapmaya çalışıyorum.”( Sanat Çevresi Dergisi–1989)

Kalamış’taki babadan kalma atölyesinde babası Bedri Rahmi Eyüboğlu’ndan öğrendiği yazmacılık sanatını sürdüren, bu sahada öğrenciler yetiştirerek bu sanatın silinip gitmesini önleyen Mehmet Hamdi Eyüboğlu doğrusu yaşadıkça güzel işlere imza attı. O, çok zor şartlar altında olsa da sanat değeri tartışılamayacak eserler üretti. Çalıştı, didindi, başardı.

Mehmet Hamdi Eyüboğlu, yazma sanatının yaşayan en büyük isimlerinden biriydi. O, annesinin ve babasının tahta kalıplarını bulup onları bir anlamda yeniden diriltti. O, Kalamış’ta anne-babasından miras kalan evde kendi halinde mütevazı bir hayat yaşıyordu. ‘Onun hayatı kalıplar, boyalar ve kumaşlardan ibaretti’ dersek sanırım abartmış olmayız.

Merhum Mehmet Hamdi Eyüboğlu zor yıllar geçirdi. Kalp ve böbrek rahatsızlığından muzdaripti. Son dönemlerde tabir caizse hastanelerde süründü. Türk yazma sanatına önemli eserler kazandıran bu büyük ustayı küstürdüler. Hastanelerde kötü muamele gördü. O kadar çaresiz kaldı ki bir gün gazetelere bir ilan verdi. “Çok sevdiğim Türk halkına, belki de bu son seslenişimdir.” diye başlayan ilanda Türkiye’deki sağlık uygulamalarına da vurguda bulundu. Amacı şikâyet değildi. Kendi yaşadıklarını başkalarının da yaşamasını istemiyordu. Mehmet Hamdi Eyüboğlu’nun hastanede yaşadıkları tam bir trajediydi. Hastanede doktorunun tavsiye ettiği yemekleri yedirmemişler ona; yatağından kaldırıp hareket ettirmedikleri için sırtında yaralar oluşmuş, hatta kendisine özel olarak temin edilen yatağını bile altından çekip almışlar. Türkiye’nin önemli bir sanatkârına yapılan bu muameleler gerçekten düşündürücüdür. Onun, Zaman gazetesinde yayınlanan serzenişinin bir kısmını sizlerle paylaşmak istiyorum:

“2008 Aralık sonunda evimde rahatsızlandım. Ailem hastaneye kaldırılmama karar verdi. Beni, Kartal Koşuyolu Devlet Hastanesi’ne kaldırdılar. Orada iki günü bir odada geçirdikten sonra, rahatsızlığım yeniden baş gösterince, bu sefer yoğun bakım ünitesine yolladılar. Orada anlatılamayacak bir zaman süresi geçirdim. Yuvarlak hesap on gün kadar bir süre ama asla unutamayacağım bir on gün… Çok koydu bana!

Koğuşumda iki yatak ötede yatan hanımefendi, kalbine pil taktırmış Almanya’da. Allah’ım o piller bizim koğuşta birden canlandılar… Şakır şukur atmaya başladılar… Her çarpışta hasta yerinden sıçrıyor ve ‘Yeter ölmek istiyorum’ diye bağırıyordu. Bu üç gün böyle sürdü. Yazık değil mi? Hem hastaya hem de buraya şifa bulmak için gelen bana…

Geceleri koğuşumuzda yatan on dört, on beş hastayla meşgul olan bay ve bayanlar, sırra kadem basıp yok olduklarında, geri kalanlar sakin ve konforlu bir şekilde kikirdeştiler. Hatta saçları güzel örülmüş, güzel gözlü bayan nadide kuş sesleri çıkararak gecelerimize renk kattı. Olur mu bu? Sanki bizim halimizle dalga geçiyor gibiydiler…

Adı üstünde yoğun bakım ünitesi! Allah’ım ne bakım, ne yoğun… Kimseyi yermek için değil lafım. Dikkat edilirse seslenişimi sağlık kuruluşlarına değil, Türk halkına yapmamın nedeni budur. Arkadaşlar, burada sorunlar var. Benden söylemesi, sizden de çözmesi…”

Eyüboğlu, yazmacılıkta önemli bir insandı. Büyük bir Türk ressamı ve şairi olan Bedri Rahmi Eyüboğlu’yla yine büyük bir ressam olan Eren Eyüboğlu’nun biricik oğluydu o... O, aynı zamanda Fenerbahçe Kulübü’nün stattan sorumlu yönetim kurulu üyesi, Yüksek Divan Kurulu Üyesi ve Sarı Lacivert Derneği Başkanı Rahmi Eyüboğlu’nun babasıydı.

Birbirinden güzel ve özgün yazmalarıyla Türk sanatında iz bırakmıştı Mehmet Hamdi Eyüboğlu… Yazmalarıyla tanınan Eyüboğlu, Antalya, İçel, Adana, İzmir, Bursa ve Trabzon gibi sayısız kentte kişisel sergiler açmıştı. Sanatçı en son yazmalarından oluşan 90 eserlik bir seçkiyi Eczacıbaşı Sanal Müze’de sergilemişti. Yetmiş yıllık ömrüne çok şey sığdırmıştı o... Onun birbirinden renkli ve güzel yazmaları kültürümüzde layık olduğu yerde yaşayacaktır.

Her yaşayan canlı bir gün ölecek elbette. Fani olan bu dünyada hoş bir seda bırakıp göçmenin gayreti içerisinde olmalı insanlar… Zira hoş bir seda bırakanlar hayırla ve rahmetle anılacaklar. Ünlü yazmacı Mehmet Hamdi Eyüboğlu’nun cenazesi Altunizade’deki Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Camii’nde kılınan öğle namazından sonra Küçükyalı’daki aile mezarlığında toprağa verildi. Bu büyük yazma ustasına Allah’tan rahmet diliyoruz.

Dipnotlar:
1. Mehmet Akif Bal, Trabzonlu Ünlü Simalar ve Trabzon’un Ünlü Aileleri, Çatı Yayınları, İstanbul 2007, s.320
2. Bedri Rahmi-Eren Eyüboğlu Aşk Mektupları 1932–1933, Yayına Hazırlayan: Mehmet Hamdi Eyüboğlu, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul Kasım 1995 s.5

İlk Yayın: Mortaka Dergisi/Bahar 2009/12. Sayı

14 Mart 2009 Cumartesi

Köprübaşı’nın Medyadaki Gururu: Mustafa Karaalioğlu

M.NİHAT MALKOÇ

Köprübaşı’nın medyadaki gururu Mustafa Karaalioğlu 1966 yılında Köprübaşı’na bağlı Küçükdoğanlı Köyü’nde dünyaya geldi. İlkokulu Samsun Necatibey İlkokulu’nda, ortaokulu Çarşamba Ortaokulu’nda, liseyi Samsun’da Devrim Lisesi’nde tamamladıktan sonra 1989 yılında Gazi Üniversitesi İktisadî ve İdarî Bilimler Fakültesi’nden mezun oldu. 1987’de üniversiteyi okurken aynı anda Zaman gazetesinde muhabir ve sayfa sorumlusu olarak çalışıyordu. Yani o hem okuyor, hem de çalışıyordu. Türkiye gazetesinde çalıştı daha sonra… Tüketici Test Dergisi’nde ilk genel yayın yönetmenliği tecrübesini yaşadı. 1995 yılında Yeni Şafak gazetesinin kuruluşunda o da vardı. Yeni Şafak’ta çeşitli mevkilerde vazife yaptı. Bunlar arasında Haber Koordinatörlüğü, Ankara Temsilciliği, Yazı İşleri Müdürlüğü, Genel Yayın Yönetmenliğini sayabiliriz. Karaalioğlu, bu gazetede aynı zamanda ciddi ve kaliteli köşe yazıları da kaleme alıyordu. O, 1997 senesinden beri Star gazetesinde Genel Yayın Yönetmenliği ve Star Medya Grubu İcra Kurulu Başkanlığı görevlerini aynı anda yürütmektedir. O evlidir; iki çocuk sahibidir. Mustafa Karaalioğlu’nun “Tüketim Virüsü”, “Uygun Adım Siyaset”, “Hilal ve Ampul” adlarını taşıyan üç de kitabı bulunmaktadır.

Gazeteci Mustafa Karaalioğlu “Hilal ve Ampul” adlı kitabında 1970’lerin başlarında siyaset arenasına çıkan Millî Görüş Hareketini enine boyuna masaya yatırıyor. Fazilet Partisi’nden Saadet Partisi’ne kadar geçen süre içerisinde yaşananlar ve AKP’nin kuruluşu bu kitapta dile getiriliyor. Yazar, siyasal İslam’la ilgili dikkate değer analizlerde bulunuluyor.

Köprübaşılı Mustafa Karaalioğlu, Ahmet Hakan Coşkun’un safını değiştirmesinden sonra Kanal 7 Televizyonu’nda “İskele Sancak” programını devralarak başarıyla hazırlayıp sunmuştur. O şimdi Kanal 24 adlı televizyon kanalında program yapmaya devam etmektedir.

Karaalioğlu tam bir Karadenizli… Manahoz deresinin deli dolu hali onun karakterine fazlasıyla yansımış. Çabuk kızıyor, parlıyor, son söyleyeceği sözü hiç bekletmeden söylüyor. Onun için de zaman zaman başı derde giriyor. O, Anayasa Mahkemesi’nin türban düzenlemesini iptal eden kararının ardından 6 Haziran’da “Söz Bitti, Sözleşme Bozuldu” başlıklı bir yazı kaleme almıştı. Kararı eleştiren yazı üzerine Karaalioğlu’nun ‘Halkı kin ve düşmanlığa tahrik veya aşağılama’, ‘Heyet halinde kamu görevlisine hakaret’, ‘Suç işlemeye tahrik’ suçlarından cezalandırılması talep edildi. Cesur gazeteci-yazar Mustafa Karaalioğlu bu yazısında, “Anayasa Mahkemesi, genç kızlar üniversite eğitimi alabilsin, bir ayıp ortadan kalksın, bir hak ihlaline son verilsin diye yapılan düzenlemeyi iptal ederek yetkisini aştı, kendisini var eden hukuku çiğnedi. Sadece hukuku değil, toplumun dindarlığını, başörtüsü gibi yüzyılların ve inancın mirası bir değeri de ayaklar altına aldı.” ifadelerine yer vermişti.

Hemşehrimiz Mustafa Karaalioğlu kendini yetiştirmiş çok iyi bir gazeteci… Malum çevrelerce AKP’ye yakın olmakla ve tarafsızlığını koruyamamakla suçlanıyor. O, gündemin nabzını da çok iyi tutuyor. Tavır ve davranışlarında çok rahat… Konuşma becerisi var, iyi bir hatip olarak biliniyor. Onun medyaya dair analizlerinin çok isabetli olduğunu da görüyoruz.

Köprübaşılı Karaalioğlu’nun gelecekte politikada da iyi yerlere geleceğini tahmin ediyoruz. O, Köprübaşı’nın medyadaki ve siyasetteki yeni yüzü olacaktır. O, demokrasiye inanmış bir yazardır. Onun basınla ilgili şu görüşleri dikkate değerdir: “Basın özgürlüğü demokrasinin temel, olmazsa olmaz, tartışma götürmez bir unsurudur. Medyası özgür olmayan bir yönetime demokrasi denilemez. Ama medyası; siyaseti, ekonomisi ve magazini kadar konuşulan bir demokrasinin sağlığından da şüphe etmek gerekir. Türk medyası yıllardır, on yıllardır sorunludur, kirlenmiştir. Toplumla arasında güven sorunu yaşanmaktadır ve bunun temel nedeni de medyanın boğazına kadar siyasete ve ekonomiye batmış olmasıdır. Medya, siyaseti yönlendirmenin, siyaset üzerinde nüfuz kullanmanın aracı haline gelmiştir.”

Bence Köprübaşılı gazeteci Mustafa Karaalioğlu’nun en büyük eksiği, elinde güç ve imkân olmasına rağmen, basınla uğraşan yetenekli hemşehrilerinin elinden tutmamasıdır.

5 Mart 2009 Perşembe

Türkülerin Sultanı: Neriman Altındağ Tüfekçi


M.NİHAT MALKOÇ

Hayatın tadını tuzunu kaçırıyor ölüm… Her gün birilerinin bağını bozuyor ecel… Hesapları alt üst ediyor hesabımızda olmayan hesaplar… Her şey tarumar oluyor bir nefesin nihayetinde… Ölüm, hayata öldürücü darbeyi vurunca ağzımızın tadı bozuluyor ister istemez. Cahit Sıtkı ölümle ilgili ne diyordu: “Ve ölüm kapımda kişner sabırsız /Bir at oldu nihayet” Haksız da değildi. Bu kişneyen at, insanlığın kapısına dadanmış, vakti geleni sürükleyip götürüyor sonsuzluk âlemine. Orda sıfırdan bir hayat başlıyor şüphesiz. Ama aslında ölenler değil, geride kalanlar yalnızlaşıyor iyice. Gidenler değil, kalanlar terk ediyor. Sonsuzluk âlemine koşuyor hayat kervanının yolcuları. Bu koşuya herkes bir yerden dâhil oluyor.

Ölümün hoyrat elleri bir güzel sesi daha hayatımızdan kopardı. Bir bahçe daha tarumar oldu ne yazık ki… Türkülerin sultanı, Türk halk müziğinin emsalsiz sesi Neriman Altındağ Tüfekçi de aramızdan ayrıldı. 4 Şubat 2009’da dünyadan göçen Tüfekçi, büyük bir müzik mirası bıraktı arkasında. O, Türk müziğinin yaşayan en büyük isimlerinden biriydi. Türk müziğinde ilklerin kadınıydı o... Türk Halk Müziği’nin ilk kadın solistiydi. Aynı zamanda ilk kadın şefti. Türk sanat müziği sanatçısı Perihan Altındağ(Sözeri)’ın da kardeşiydi. Türk folkloruna, Türk müziğine yaptığı önemli derlemelerle katkıda bulunan Muzaffer Sarısözen’in de eşiydi o... Yani ailece sanata ve müziğe gönül vermişlerdi. Neriman Altındağ Tüfekçi, Türk Halk Müziği’nin bağımsız bir dal olarak ayrılmasından sonra bu dalı seçen ilk kişiydi.

Yüzden fazla derlemesi bulunan Neriman Altındağ Tüfekçi, Türk müziğine çok büyük hizmetler etti. 1949 yılında Yurttan Sesler Korosu Şef Yardımcılığı yaptı. 1950’de Kadınlar Korosunu kurdu ve yönetti. Türk Musikisi Devlet Konservatuarı’nın kuruluş çalışmalarına katıldı. Burada yönetim kurulu üyesi ve öğretim görevlisi olarak hizmetlerde bulundu. O, aynı zamanda kıymetli eşi Nida Tüfekçi’yle birlikte “Memleket Türküleri” adlı bir kitaba imza attı.

O, “Kışlalar doldu bugün / Doldu boşaldı bugün / Gel kardaş görüşelim / Ayrılık oldu bugün” türküsünü ne de yanık söylerdi. Âh o türkü yok mu; ciğerlerine işler insanın… Hele de askerseniz veya asker yakınıysanız o zaman gözyaşlarınız yerçekimine teslim olur.

Müziğe çok değer veren ve müziği hayatının bir parçası olarak gören Tüfekçi, işini çok iyi yapardı ve çok titiz çalışırdı. Müziğin her alanında varlığını hissettiren; solistlik, şeflik ve hocalık yapan Neriman Altındağ Tüfekçi çok büyük bir sesti. TRT Türk Halk Müziği repertuarında yer alan türküleri ve uzun havaları yöresel tavrına uygun olarak yorumlardı. Bu hususta sivrilmiş bir şahsiyetti. O, Türk müziğini çok iyi bilen bir sanatçıydı. Onu bugünkü yeniyetmelerle ve magazin bataklığına batmış sözde sanatçılarla karşılaştırmayı bile abes buluyorum. Şayet karşılaştırsak aradaki farkı kelimelerle ifade edemeyiz. Merhum sanatçı Neriman Altındağ Tüfekçi ile yeniyetmeler için dağ ve fare benzetmesini yapsak yeridir. O bir dağdı, fakat dağ olsa da tevazuyu elden bırakmazdı hiçbir zaman. Tevazusu asaletindendi.

Yozgat Sürmelisini Neriman Altındağ Tüfekçi’den dinlemenin doyumsuz keyfi hiçbir şeyle ölçülmez. “Dersini almış da ediyor ezber/Sürmeli gözlerin sürmeyi neyler/ Aman aman ben yarelendim aman…” diye başlayan Yozgat Sürmelisi onun sesinde başka bir ahenge ve kimliğe bürünür. Alır götürür sizi düne… Duygular masmavi bulutlara kanatlanır sanki.

Neriman Altındağ Tüfekçi uzun ve bereketli bir ömür yaşadı. 83 yıllık ömrüne müzik adına çok şey sığdırdı. Bilgilerini daima paylaştı; gece gündüz demeden, yılmadan, yorulmadan öğrenciler yetiştirdi. Türk müziğinde büyük bir iz bıraktı. O şimdi türkülerini söyleyip bir kanara çekildi. Fakat milletin gönlünde ölmedi. Onu genç nesiller fazla tanımasa da bu durum, onun değerinden bir şey kaybettirmez. Altın yere düşmekle kıymetini yitirmez. Günümüz sanatçılarının ondan öğreneceği çok şey vardır. İki türkü veya şarkı okuyup ahkâm kesenler, Neriman Altındağ Tüfekçi’nin hayatını ve müziğe hizmetlerini bilseler, onu kendilerine örnek alsalar ne kadar da iyi ederler. Neriman Altındağ Tüfekçi’nin ölümü gerçek müzikseverler için ve Türk Müziği için gerçekten büyük kayıptır. Allah rahmet eylesin.

İlk Yayın: Beyaz Gemi Dergisi/Mart 2009

2 Mart 2009 Pazartesi

Üstün İnanç Üzerine Sesli Düşünceler




M.NİHAT MALKOÇ

Bazı insanlar vardır ki eski tabirle ismiyle müsemmadırlar. Yani adının anlamını karakterlerinde taşırlar. İşte bu isimlerden biri de pek çok işi bir arada götüren değerli gazeteci-yazar Üstün İnanç’tır. Üstün İnanç, adı gibi üstün özelliklere, soyadı gibi temiz bir İslam inancına sahip sanatkârdır. Zira adı gibi birbirinden üstün meziyetlere sahiptir. Sıfatları pek çoktur bu değerli yazarın. Öte yandan Türk-İslam kültürü onun kişiliğinin ayrılmaz bir parçasıdır. O, bir koltuğunda birçok karpuz taşıyabilen ender insanlardan biridir. Üstün İnanç aktördür, senaristtir, hocadır, gazetecidir, yazardır, romancıdır. Bir insanın bu kadar çok işi bir anda yapabilmesi takdire şayandır doğrusu. O da bu özelliklerinden dolayı hep takdir ve iltifat görmüştür. Gördüğü yakın ilgiler ve övgüler onun üretkenliğini daha da artırmıştır.

Üstat Necip Fazıl Kısakürek’in bir döneme damgasını vuran Büyük Doğu dergisinde ilk eserlerini yayınlayan Üstün İnanç, daha sonra yayın çevresini daha da genişletmiştir. Onun Necip Fazıl’la ilgili nice hatıraları vardır. Üstün İnanç bugünlerde bu hatıraları da içeren bir Necip Fazıl kitabı kaleme almaktadır. Bu kitap Necip Fazıl sevenler tarafından heyecanla beklenmektedir. Yine o yıllarda Yelken, Durum, Sanatkâr gibi dergilerinin sayfalarında Üstün İnanç imzasını görüyoruz. Kültür, sanat ve edebiyata meraklı bir gencin yazılarıdır bunlar…

Üstün İnanç da hemen her yazar gibi şiirle başlamıştır edebiyat işlerine… Fakat şiirde bir derya olan ve bu işi hakkıyla yerine getiren Üstat Necip Fazıl’ı okuyunca şiir yazmayı bırakmış, hatta yazdığı bütün şiirleri yırtıp atmıştır. O herkesin meyilli olduğu işleri yapması gerektiğine inanmıştır. Onun bu davranışı kabiliyeti olmadığı halde şiirde ısrar edenlere ders niteliğindedir. Hakikatte de herkesin yeteneğine uygun işler yapması en doğru davranıştır.

Üstün İnanç, Basın Yayın ve Gazetecilik Yüksek Okulu’ndan mezun olmuştur. Yani o, gazetecilik eğitimi almıştır. Okulunu bitirdikten sonra 1956’da Tercüman gazetesinde mesleğine ilk adımını atmıştır. Daha sonra Babıâlide Sabah, Bugün, Son Havadis, Tercüman, Zaman ve Yeni İstanbul gazetelerinde çalışmıştır. Yalnız Değilsiniz (1988), İnsanlar Böyleydi (1988), Ayıp Uşakları (1989) ve Bir Kimlik Lütfen (1994) onun romanlarıdır. Bunların yanında Kurt Kapanı(1970), İlk Kurşun (1974) adlı tiyatro eserleri de kaleme almıştır.

Üstün İnanç, 1967–1969 yılları arasında Necip Fazıl’ın “Sultan Abdülhamit” isimli oyununu yönetmiştir. Bu oyunu yönetmekle kalmamış, aynı zamanda 517 kez oynanan oyunun 300’ünde başrol oynamıştır. Yani onun oyunculuk yönünü de yabana atmamak lazımdır; aksine bu yönüne daha çok vurgu yapmak gerekir. Zira o, 1970’de ‘Kurtkapanı’ isimli bir oyun yazdı, yönetti ve başrolü oynadı. 1974’de ‘İlk Kurşun’ isimli oyunu yazıp yönetti. Bunlarla birlikte İbret Sahnesi’nin ‘Çar Tabancası’ oyununda çar rolünü oynadı.

Onun gerçek bir yaşam öyküsünden yola çıkarak yazdığı “Yalnız Değilsiniz” adlı romanı Türk roman okuyucusu tarafından çok sevilmiştir. Yazar bu romanında inançlarını yaşamaya karar veren genç bir kızın çevresinden gördüğü tepkileri dile getirmiştir. Romanın kahramanı Serpil, en başta kendisine kardeşi kadar yakın olan Füsun’dan tepki görür. Fakat ailesi, yakın arkadaşları ve çevresi tarafından dışlanan Serpil, inancı uğruna bütün bu sıkıntılara göğüs gerer. Bu roman konusu itibariyle hâlâ güncelliğini korumaktadır. Romandaki Serpil’in hikâyesiyle bugün üniversite kapılarından içeriye alınmayan başörtüsü mağdurlarının hikâyesi benzerdir. Söz konusu kitap belki bunun için çok fazla ilgi görmüştür.

“Yalnız Değilsiniz” romanı sadece roman olarak kalmamış, daha sonra Mesut Uçakan tarafından beyaz perdeye de aktarılmıştır. Bu filmin gösterime girmesiyle birlikte bütün zamanların kanayan yarası olan başörtüsü meselesi, gündemin ortasına düşmüştür. “Yalnız Değilsiniz” romanının sinema filmi beklenenin çok üzerinde büyük bir ilgi görmüştür. Filmde Gamze Tunar ‘Serpil’ rolünü oynamıştır. Bu filmde Haluk Kurtoğlu, Murat Soydan, Efgan Efekan gibi önemli isimler de rol almıştır. Bu film herkes gibi beni de derinden etkilemişti. Bu filmi seyreden genç kızlarımızın önemli bir kısmı da bundan sonra tesettüre bürünmüştü.

Türk kültürüne, edebiyatına ve sanat hayatına önemli katkılarda bulunmuştur Üstün İnanç… Bunu bazen yazdığı romanlarla, bazen sahneye koyduğu tiyatrolarla, bazen de bizzat oyunculuğuyla gerçekleştirmiştir. Çalışmaktan daima büyük bir haz almıştır. Çalışmak, yeni eserler üretmek onun enerjisini daha da artırmıştır. O, aşağı yatarak değil, çalışarak dinlenmiştir; hiçbir zaman boş vakti olmamıştır. Zira ancak boş adamların boş vakti olur.

Üstün İnanç belli ki roman yazmaya biraz geç başladı. O, bu işe gençlik yıllarında başlasaydı eşsiz bir külliyata sahip olurdu. Onun okunması gereken romanlarından birisi de ‘Makedonya Gamzesi’dir. Okul Yayınları tarafından okuyucuyla buluşturulan bu kitap 242 sayfadır. Tarihinden haberdar olmak isteyen herkesin okuması gereken bu eserin arka kapağında şu ifadeler yer almaktadır: “Kaybettiğinin farkına varmak… Eskiler İstanbul’a Dersaadet derlerdi. Yani mutluluk yuvası, huzur yeri... Birinci cihan harbinde kaybettiğimiz birçok şey gibi, ona ait güzellik ve ihtişamı da kaybettik. Koskoca imparatorluğun kalbi olan İstanbul, her şeyin olup bittiği yerdi de aslında. Yemen’de olanlar İstanbul’u etkiliyor, İstanbul’da alınan bir karar Makedonya’nın kaderini değiştiriyordu. ‘Makedonya Gamzesi’, işte bu çalkantılı dönemi hüzünlü bir öyküyle romanlaştırıyor. Okuyucusuna etkileyici bir dille kaybettiklerini hatırlatıyor. Belki de yeniden bulmanın şifresini değiştiriyor.”

Üstün İnanç roman yazmaya geç başlasa da, yazdığı romanlar sayıca az olsa da okuyucuyu etkilemesi bakımından dikkate değer bir roman yazarıdır. “Makedonya Gamzesi” Üstün İnanç’ın ses getiren belgesel romanlarından biridir. Bu romanda İnanç, Jön Türklere, Hareket Ordusuna ve düzmece 31 Mart Vakası’na değiniyor; tarihî gerçekleri tarafsız bir gözle ele alıyor. Osmanlı tarihinde önemli bir dönemeç olan bu vakayı, Sultan 2. Abdülhamid’e karşı kurulan tezgâhları gerçek kişilere ve olaylara da sadık kalarak yeniden kurgulayarak anlatıyor. Bu roman tarihî romandan öte bir dönem romanı olma özelliği taşıyor.

Üstün İnanç, “Makedonya Gamzesi” romanını yazmaya başlamadan önce bu konuyla ilgili ne varsa okumuş, tabir caizse bir sentez yapmıştı. Zira bu hadise aydınlarca çok tartışılmış bir konuydu. Romanda anlatılanlara bakınca yazarın konuyu iyi kavradığını görüyoruz. Fakat anlatılanlar gerçek olsa da roman kurgusu içinde verildiği için okuyucuyu sıkmıyor. Bu romana bakarak Üstün İnanç’ın iyi bir gözlemci ve tasvir ustası olduğu kanaatine varıyoruz. Öte yandan “Makedonya Gamzesi” adlı romanın bir nehir roman zincirinin ilk halkası olması bundan sonra bu zincire yeni halkalar ekleneceği beklentisini doğuruyor okuyucuda. Keşke tarihî vakaları bir de onun kaleminden okuma şansımız olsa!...

Okumak dolmak, yazmak boşalmaktır kanaatimce. En iyi yazarlar aynı zamanda en iyi okurlardır. Üstün İnanç da iyi bir okuyucudur her şeyden evvel… O, düşüncesi ne olursa olsun, yazar ayırt etmeden kaliteli olduğuna inandığı bütün eserleri okur, onlardan kendine pay çıkarır. Onun geçmişteki okuma hevesiyle ilgili söylediği şu sözler dikkate şayandır: “İlk gençlik döneminde üç roman birden okuduğumu hatırlıyorum. Şiir de öyle. Gerek Divan edebiyatını, gerekse Cumhuriyet dönemi şiirlerini büyük merak ve sevgiyle okurdum.”

Edebiyat, Sanat ve Kültür Araştırmaları Derneği (ESKADER) vefa duygusunun ölmediğini, canlılığını hâlâ koruduğunu ispatlayan birbirinden özel ve güzel programlara imza atıyor. Bunlardan birisi de geçenlerde değerli yazar Üstün İnanç için düzenlendi. Üstün İnanç için Beyazıt Devlet Kütüphanesi’nde saygı gecesi tertip edildi. Bu programda Üstün İnanç’ın arkadaşları bu büyük kültür, sanat ve edebiyat adamını çeşitli yönleriyle ve hatıraların doyumsuz çeşnisiyle anlattılar. Mesut Uçakan, Yücel Çakmaklı gibi isimler dostları Üstün İnanç’a dair hatıralarına yer verdiler. Onları Mustafa Özdamar, Ali Nar, Abdurrahman Şen ve Hüseyin Goncagül gibi Türkiye’ye mal olmuş önemli yazarların etkili konuşmaları takip etti.

Yaşayan yazarları, kültür, sanat ve bilim adamlarını anarak onure etmekten daha güzel ne olabilir ki!..Yazar Üstün İnanç dünya gözüyle bu büyük mutluluğu görüp yaşadı. Ustalara yaşarken saygı gösterenler, onları değişik vesilelerle hatırlayanlar aslında geleceğe yatırım yapıyorlar. Zira ‘vefa gösteren vefa bulur’ hakikati gereği onları da gelecek nesiller hatırlayacaklar. Bu işi çok iyi beceren vefakâr Mehmet Nuri Yardım’ı yürekten kutluyorum.


18 Şubat 2009 Çarşamba

Gazanfer Özcan'ın Ardından


M.NİHAT MALKOÇ

Siyah beyaz filmlerden bugünlere kadar yüzlerce filmde ve dizide rol alan Türk tiyatrosunun usta oyuncusu Gazanfer Özcan sessiz sedasız ayrıldı aramızdan. Dizilerin bugünkü gibi ayağa düşmediği zamanlarda ‘Kuruntu Ailesi’nin Hüsnü Kuruntu’su, hepimizin severek izlediği bir başrol oyuncusuydu. O, son yıllarda “Avrupa Yakası”nda ‘Tahsin Bey’ rolünde diziye renk katıyordu. Yaptığı esprilerle izleyenleri gülmekten kırıp geçiriyordu.

27 Ocak 1931’de İstanbul’da doğan Gazanfer Özcan’ın kalbi 17 Şubat 2009 tarihinde durdu. İlkokulu İstanbul’da Cihangir Firuzağa İlkokulu’nda, ortaokulu Beyoğlu Ortaokulu’nda, liseyi ise Vefa Lisesi’nde okuyan Gazanfer Özcan, tiyatroyla lise yıllarında tanışmıştı. Vefa Lisesi’nde “Hisse-i Şayia” adlı bir oyunda oynamıştı. Bu oyunda “Bican Efendi” rolüyle tiyatroya ‘merhaba’ diyen Gazanfer Özcan, Avrupa Yakası’ndaki “Tahsin Bey” rolüyle uzun yıllar süren tiyatro, sinema ve dizi oyunculuğuna son noktayı koydu.

Merhum Gazanfer Özcan uzun süre ara verdiği sinema oyunculuğuna 2000 yılında “Komiser Şekspir” adlı sinema filmiyle tekrar dönmüştü. O, ilerleyen yaşına rağmen oyunculuktan hiç kopmadı. Ömrünün son demine kadar sahnelerin ve setlerin tozunu yuttu. 78 yaşındaki bir oyuncunun hiç bıkmadan kamera karşısına geçmesi ender rastlanan durumlardandır. O, bu işi çok sevdiği için tiyatrosuz ve sinemasız yapamıyordu. Ekranlar ona hayat veriyordu. Tiyatroda seyircinin alkışları onun ruhunun gıdasıydı, ondan besleniyordu.

Bizler Gazanfer Özcan’ın filmleriyle, dizileriyle, tiyatrolarıyla büyüdük. O bizim ailemizden biriydi sanki. Yanımızda ve çok yakınımızdaydı. Onun babacan tavırları ve komiklikleri gözlerimizin önünden gitmiyor bir türlü. Gönül soframızda ona her zaman yer vardı. Genellikle “Baba” rolünde oynardı dizlerde. Güldürürken ciddi mesajlar da verirdi.

Merhum Gazanfer Özcan’ın oynadığı tiyatrolar, filmler ve diziler büyük bir yekûn teşkil etmektedir. O bir sanat işçisiydi. Büyük bir vakarla ve ciddiyetle işini yapıyordu. Gazanfer Özcan’ın oynadığı filmler arasında şunları sayabiliriz: “İngiliz Kemal, Lawrence’e Karşı (1952), Çeto Salak Milyoner (1953), Fındıkçı Gelin (1954), Aramızda Yaşayamazsın (1954), Şimal Yıldızı (1954), Allı Yemeni (1958), Sevdalı Gelin (1959), Garipler Sokağı (1959), Biz İnsan Değil Miyiz (1961), İki Damla Gözyaşı (1961), Utanmaz Adam (1961), Naciye’m (1961), Minnoş (1961), Yedi Günlük Aşk (1961), Külkedisi (1961), Damat Beyefendi (1962), Şaka Yapma (1962), Avare Şoför (1963), Vur Patlasın Çal Oynasın (1970), Çılgın Yenge (1971), Televizyon Çocuğu (1975), Tokmak Nuri (1975), Ah Nerede Vah Nerede (1975), Dam Üstüne Çul Serelim (1975), Burnumu Keser Misiniz? (1992), Komiser Şekspir (2000), Keloğlan Kara Prens’e Karşı (2005), Beyaz Melek (2007)”…

1962’de kendisi gibi oyuncu olan Gönül Ülkü’yle evlenen Gazanfer Özcan, ilk iş olarak “Gönül Ülkü-Gazanfer Özcan Tiyatrosu”nu kurmuştu. Bu tiyatroyu büyük bir fedakârlıkla ve özenle bir çocuk gibi büyüterek bugünlere getirmişti.

Hayatını tiyatro ve sinemaya adayan Gazanfer Özcan, büyük küçük herkes tarafından seviliyordu. 1998 yılında kendisine “Devlet Sanatçısı” unvanı verilmişti. Bu yerinde bir karardı. Marifet iltifata tabiydi. O da iltifat görmüş, bu onun enerjisini daha da artırmıştı.

Sahne hayatının altmış yılını geride bırakan Gazanfer Özcan, tiyatroyu ve genel anlamda oyunculuğu bir yaşam biçimi olarak kabul etmişti. O, Türk tiyatrosunun duayenlerindendi. Komedi oynarken bile iş disiplinini ve ciddiyetini korurdu. Çünkü seyirciye büyük saygısı vardı. Yaptığı işin hakkını fazlasıyla veriyordu. Rolünü yaşayarak oynuyordu.

Gazanfer Özcan, nesi varsa tiyatro uğrunda harcamıştı. Mazbut bir hayat yaşamıştı. Paranın ve zenginliğin peşinde değil, sanatın peşinde koşmuştu. O şimdi aramızdan ayrıldı; tabir caizse perdeyi kapattı. Fakat arkasında beş yüz bin lira borç bıraktı. Fakat bu borç; kumar borcu değil, sanata yapılan yatırımın vergi borcu; tiyatrosunun ödeyemediği vergi borcu… Büyük oyuncuya Allah rahmet eylesin. Filmleri yayınlandıkça o hep hatırlanacak…

Bahtiyar Vahabzade’nin Ardından




M.NİHAT MALKOÇ

Türk dünyası edebiyat çınarının yaprakları bir bir dökülüyor. Kırgız yazar Cengiz Aytmatov’dan sonra Türk dünyasının medar-ı iftiharı Bahtiyar Vahabzade de göçtü dünyadan. O, Azerbaycan’ın özgürlük timsaliydi. Şairdi, yazardı, düşünürdü, siyasetçiydi. O, Türkçenin yaşayan en büyük şairiydi. Onu Türkiye çok iyi tanıyor ve derin bir muhabbetle seviyordu. Azerbaycan’ın hürriyet mücadelesine öncülük eden isimlerin başında geliyordu. Bundan dolayı ülkesinde istiklal nişanıyla ödüllendirilmişti. Azerbaycan’da ‘Halk Şairi’ unvanıyla anılıyordu. O, Azerbaycan’ın ve Türk dünyasının ses bayrağıydı. Ona dair sevgimi ve ölümünden duyduğum tarifsiz üzüntümü kalemime mürekkep yapıp mısralara gömdüm:

“Şeki’de doğan güneş Bakü ufkunda battı
Bahtiyar yürekleri bu son beste kanattı

İnsanlığa duyurdu vicdanların sesini
Terennüm eylemekte sonsuzluk bestesini

Özgürlük savaşında saçlarına ak düştü
Masmavi gökler mahzun çınardan yaprak düştü

Göçtü dar-ı bekaya Bahtiyar Vahabzade
Söz mülkünden hazine miras bıraktı bize

Azık ettik yüreğe gamı, kederi, yası
Şiirin sultanına ağlasın Türk dünyası

Böyle mümtaz şahsiyet dünyaya gelir ender
Nadirdi çağımızda onun gibi kalender

Seksen dört yıl boyunca diri yaşadı diri
Bir ayağı geçmişte, gelecekteydi biri

Yolculuğa çıkarken ardında koydu hüzün
Vakitsiz battı güneş, gök karardı gündüzün

Asrın Dede Korkut’u binerken tahta ata
Aldanmadı dünyaya, son verdi saltanata

İndirdi omuzundan ömrün ağır yükünü
Köprü kurdu maziye unutmadı kökünü”

Vahabzade için ne yazılsa, ne denilse azdır. Onun destanlaşan mücadelesini, engin ruhunu sınırlı kelimelerle anlatmak kabil değildir. O, Türk dünyasının bülbülüydü. Karabağ’ın yanık sesiydi. Ömrü boyunca gülün peşinde koştu, şakıdı durdu. Onun çağlayanlar misali şiir olup akan yüreği artık pırpır etmiyor. Bu yüzden Türk dünyası mahzun… O, yeri gelince bir kartal, yeri gelince bir barış güvercini oldu. Öfkesini ve sevgisini hiçbir zaman içine hapsetmedi. Onun şiir bahçesi son nefesine dek kurumadı. En nadide söz çiçekleri bu bahçede açtı. Bu çiçeklerin kokusu Azerbaycan’dan Türkiye’ye kadar yayıldı. Türk milletine aşk derecesinde bağlı olan bu aksakalın söz vadisinde bıraktığı boşluğu doldurabilecek kimseler yoktur sanırım. Bizler onun evlatları olarak mahzunuz, yaralıyız. Takdir-i ilâhinin tecellisi olarak âlim sonsuz âleme rücu eyledi. Allah rahmet eylesin. Güle güle büyük Usta, güle güle!


9 Şubat 2009 Pazartesi

Kansere Gülümsemek Yahut Sibel Kalaycı’nın Ardından...




M.NİHAT MALKOÇ

Kanser, çağımızın kâbusu olmaya devam ediyor. Son yıllarda özellikle Doğu Karadeniz Bölgesi’nde gerçekleşen kanser kaynaklı ölümler bütün dikkatleri Çernobil kazasına yöneltiyor. Zira bugüne kadar nice insan kansere kurban gitti bu bölgede. Kazım Koyuncu, Erkan Ocaklı ve Osman Yağmurdereli gibi kamuoyunun yakından tanıdığı isimler kanserden dolayı hayatlarını kaybettiler. Devlet yetkilileri aksini söylese de, Çernobil can almaya devam ediyor. Kanserin son kurbanı, sekiz yıldan beri bu hastalıkla mücadele eden ve her şeye rağmen kansere gülümseyen gazeteci Sibel Kalaycı oldu. Kanser, geleceğin düşlerini gören değerli bir kardeşimizi daha aramızdan ayırdı. Kalem tutan eller kara toprağa değdi.

Gazeteci Sibel Kalaycı 34 yaşında hayat dolu bir kızdı. Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’ni bitirmişti. Geleceğe yönelik hayalleri vardı. Sibel Kalaycı bundan sekiz yıl evvel meme kanserine yakalanmıştı. Sekiz yıldan beri bu hastalıkla mücadele ediyordu. Fakat ne yazık ki o da kansere karşı verdiği büyük mücadeleyi kaybetti. Kansere karşı mücadelede Türkiye’nin sembolü olan Kalaycı, bu hastalığın pençesine düşenlere moral veriyordu hep... Çektiği onca sıkıntıya rağmen hayata dört elle sarılıyor, adeta kansere gülümsüyordu. “Kansere gülümsemek” ifadesi ona aitti. Bu isimde bir de kitap kaleme almıştı. Bunun yanında “Sibel’in Günlüğü” ve “Hüzün Mevsiminde Aşk” isimli iki kitabı daha yayımlandı.

Sibel Kalaycı, kanserli hastaların dili ve eliydi. Onun aldığı her nefes kanser hastaları için bir umut ve moral kaynağıydı. Kanserle ilgili yaşadıklarını sıcağı sıcağına kader arkadaşlarıyla paylaşıyordu. Hastalığı boyunca yazı yazmaya devam etti. Gördüklerini, duyduklarını ve hissettiklerini anlattı gazetelerde ve internet ortamında. Sarı basın kartı sahibi olan Kalaycı, Türkiye Gazeteciler Sendikası ve Türkiye Gazeteciler Cemiyeti üyesiydi.

Merhum Sibel Kalaycı, çevresi tarafından daima çok sevildi. O, en korkunç hastalık olan kanserle alay edecek kadar cesur ve nüktedandı. Çektiği acılara rağmen çevresine sürekli pozitif enerji saçıyordu. Bir kısım endişeleri olsa da hastalığını yeneceğine inanıyordu; daha doğrusu inanmak istiyordu. Zira yaşanacak güzel günlerin hayali onu hayata bağlıyordu.

Kanser herkesin korkulu rüyası, daha doğrusu kâbusu… Bir yerimiz ağrıyınca hep o kötü hastalık geçiyor zihnimizden. “Acaba” sözcüğüyle başlıyor bütün cümleler… Sibel Kalaycı da ilk günlerde bu duyguları yaşadı belki… Fakat Sibel, kanserle barışık yaşamasını bildi. Suratını asmadı hiç; ziyaretçilerini güler yüzle karşıladı ve uğurladı. Yaşama sarıldı. O, son yazısında, adından bile ürkülen hastalığıyla alay ediyor: “Hani, tümörlerim sanki Everest Tepesi ile yarışa girişmişler gibi, büyümüşler de büyümüşler, büyümüşler de büyümüşlerdi ya. Gerçi büyümelerine lafım yok ama hiç olmazsa çevre organlara zarar vermesinler değil mi? Ya da madem zarar veriyorlar, bir tabela assınlar: “İç organlara verdiğimiz rahatsızlıktan ötürü özür dileriz. “Yok, ama illa kabalık yapacak edepsiz tümörlerim.” Acı ve gülümseme…

Sibel Kalaycı son nefesini verene kadar büyük zorluklara göğüs gerdi. Dostlarının ve yakın çevresinin ilgisi onu ayakta tuttu, sevgiyi koltuk değneği yaptı kendisine. Bir yazısında ölüm meleğini gördüğünü söyleyerek onu da ti’ye alıyordu: “Yakınlarda, güç bela uykuya dalabildiğim gecelerden birinde kâbusumda gördüm ölüm meleğini… Azrail pek bir feci öfkeliydi. Sanki ‘-Yeter artık, seni almak için kaç kez onca yolu tepiyorum, her defasında, biraz daha zaman istiyorsun, bıktım artık senden’ der gibi… Korkuyorum, hemen lambayı açmak için ayağa kalkıyorum ki, beni fırlatıp yatağıma fırlatıyor. Yeniden lambayı açmaya yöneliyorum. İzin vermiyor. Yine dua ediyorum: -Allah’ım, biraz daha yaşamam için bana izin ver, diyorum. Azrail ortadan kayboluyor. Kalkıp lambayı yakıyorum. Ohh be, dünya varmış… Tamam, Azrail de bir melek ama ölüm meleği sonuçta, üstelik de çok öfkeli…”

Kaderden kaçılmıyor işte... O da alınyazısından kaçamadı. Türkiye onun gülen yüzünü hiç unutmayacak. O, en zor zamanlarında kaleme aldığı umut kitaplarıyla hep bilinecek ve hatırlanacak. Keşke yaşasaydı ve yazılarıyla ışık olsaydı karanlıklara. Allah rahmet eylesin.