28 Aralık 2007 Cuma

Kanserin Son Kurbanı: Neriman Üçüncü



M.NİHAT MALKOÇ

Karadeniz’de kanser vakaları artarak devam ediyor; tabir caizse canları kırıp geçiriyor kanser... Çernobil faciasının Karadeniz’de kanseri tetiklediği iddiaları her ne kadar resmi sağlık çevrelerince inkâr edilse de, bu coğrafyada yaşananlar farklı bir görüntü çiziyor. Nice değerimizi alıp götürdü kanser… Buna kader deyip geçmek ne kadar doğru acaba?

Kanser Karadeniz’de kol geziyor. Karadeniz’de bu hastalıktan bir yakınını kaybetmeyen yok gibidir. Ülkemizde pek çok kötü şey gibi kanser de kader olarak görülüp geçiliyor. Bu konuda bölgemizde ve ülkemizde ciddi istatistikler yapılmış değil. “Karadeniz’de kanserin artmasından Çernobil mi, sorumludur?” sorusu ilmî anlamda cevaplanmış değildir. Bu sorunun muhatapları “radyasyon yoktur” demiş, fakat yetkililer ilmi yolla bunun üzerine gitmemiştir. Oysa hiçbir şey gizlemekle, ‘yok’ demekle yok olmuyor.

26 Nisan 1986 gecesi Ukrayna’daki Çernobil Nükleer Enerji Santrali’nin 4. reaktöründeki kazadan hemen sonra radyoaktif bulutlar tüm dünyaya dağıldı. O tarihlerde, Çernobil’le ilgili gerçeklerin açıklanmaması için ciddi bir sansür politikası yürütülmüştür. Dönemin Sanayi Bakanı Cahit Aral, 24 Haziran 1986 tarihli ‘Türkiye’ gazetesine yaptığı açıklamada: “Türkiye’de radyasyon yok” demiş, sözlerini şöyle güçlendirmişti: “Dininize, imanınıza inandığınız gibi biliniz ki, Türkiye’de kesinlikle böyle bir tehlike mevcut değildir.” Bununla da kalmamış, kameraların önünde keyifle, sözde radyasyonsuz çayı yudumlamıştı. Oysa çağdaş ülkeler gerçekleri gizlemek yerine, ciddi önlemlerle vatandaşlarının sağlığını güvence altına almıştı. Oysa biz ülke olarak facianın üstünü örtmenin hesaplarını yapıyorduk.

Kanser bütün Türkiye’de olduğu gibi, özellikle yoğun olarak Karadeniz’de öldürmeye devam ediyor. Kansere en son kurbanı, Trabzon’un gözden ırak ilçesi Köprübaşı verdi. Köprübaşı’nın sevilen simalarından Neriman Üçüncü iki yıldan beri mücadele ettiği kemik kanserine yenilerek Hakk’ın rahmetine kavuştu. Kanser illeti onu çok sevdiği Köprübaşı’ndan kopardı. Nermin Üçüncü iki yıldan beri İstanbul’da kanser tedavisi görüyordu.

O, sıra dışı, renkli bir kişiydi. Köprübaşı’nın Beşköy beldesine bağlı Yılmazlar köyündendi. İlkokulu Köprübaşı’nda, ortaokulu Trabzon’da Cumhuriyet Ortaokulu’nda, liseyi Trabzon Lisesi’nde bitirmişti. Ayrıca fark derslerini verip bir de Kız Meslek Lisesi diploması sahibi olmuştu. Daha önce annesini kaybetmişti. Babası Ali Faik, Köprübaşı’nda çok tanınan bir hocadır. Ali Faik önemli bir isimdir bu ilçede. Kızı da çok güzel izler bırakarak göçtü bu topraklardan. Halk Eğitim Merkezi’nde usta öğreticilik yapan Neriman Üçüncü, yörede yaşayan kızlarımızın meslek edinmeleri için gecesini gündüzüne katmıştır. O, trikotaj ve kuaförlük alanlarında marifet sahibi bir kızımızdı. Bildiklerini paylaşmak, başkalarına yardımcı olmak onun karakteristik özelliklerinden en başta gelenlerdi.

Köprübaşı’nın pek çok imkândan yoksun olan kızlarına becerilerini aktaran Neriman Üçüncü, hayata tutunmanın en güzel örneğini vermiştir. O, Köprübaşı’nda kızlara iyi bir model olmuştur. Daima namusuyla çalışmış, alın teriyle kazanmıştır. Kazandığını da paylaşmasını, garibanlara kol kanat germesini bilmiştir. Bir ara Köprübaşı’nda taksicilik bile yapmıştır. Azmin ve cesaretin nelere kadir olduğunu yaşantısından verdiği örneklerle ispatlamıştır. Kendisi kanserle mücadele ederken kanser hastalarına da ümit ışığı olmuştur.

Hayat dolu bir insandı Neriman Hanım… Hayata gülen gözlerle bakardı। Küçük meseleleri kendine dert etmezdi. Hayatta pek çok sıkıntı yaşasa da hep ümitvar oldu. Bir soruya verdiği cevapta “Ben kötü anıları dereye attım, güzelleri bana hep güç verdi.” diyerek bir anlamda hayat felsefesini ortaya koyuyordu. Hastalığıyla boğuştuğu sıralarda çok sevdiği arabasını İstanbul’da çaldılar. Onu çok üzdüler, fakat o yine de hayata dört elle sarılmasını bildi. Kanseri yeneceğine inanmıştı. Fakat bunu başaramadı. Zaten hayatta başaramadığı tek şey sanırım buydu. O, geride güzel bir iz bıraktı. Kendisi, Köprübaşı’nda iz bırakanlar arasına çoktan girmiştir. Bu güzel yürekli ablamıza Allah’tan gani gani rahmet diliyorum.


25 Aralık 2007 Salı

Nazım Bilgin Öldü… Bitkiler Öksüz Kaldı…

M.NİHAT MALKOÇ

Ölüm bayram seyran dinlemiyor. Vakti dolan kişi dünyadan göç ediyor. Bunu gösteren bariz bir örnek yaşadık geçtiğimiz günlerde. Kurban bayramının ilk günü(20 Aralık 2007) herkes bayram ederken Sürmene ilçesi esnaflarından Nazım Bilgin aramızdan ayrıldı. O, Trabzon’un önemli insanlarından biriydi. Seksen yaşında olmasına rağmen bir delikanlı gibi diri görünüyor, sürekli çalışıyordu. Karadeniz’in zengin bitki çeşitlerini toplattırarak ilaç sanayinde kullanılmasını sağlıyordu. Bu işten hem dar gelirli vatandaş, hem kendisi, hem de ilaç firmaları kazançlı çıkıyordu. Ona Sürmene’de “bitkilerin babası” diyorlardı.

O, Karadeniz bölgesindeki zengin bitki örtüsünün dünya pazarında değerlendirilmesini sağlıyordu. Allah’ın bizlere sunduğu bu şifa hazinelerinin dağlarda yok olup gitmesine gönlü razı olmuyordu. Hayvanlara yedirilen otlar onun elinde şifa kaynağına dönüşüyordu.

Trabzonlu Nazım Bilgin, Karadeniz doğasında yetişen birçok bitkiyi yurt dışına ihraç ederek, ülkemize döviz girdisi sağladı. Nazım Bilgin, başta Amerika, İngiltere, Fransa ve Hollanda gibi ülkelerin ilaç sektöründe kullanılmak üzere tam 54 yıldır çok sayıda bitkiyi yurtdışına gönderiyordu. Bilgin’in uluslararası çapta tam altı madalyası vardı.

O artık yok aramızda. Sürmene Merkez Yeni Camii’nde kılınan cenaze namazının ardından aile mezarlığına defnedilen Nazım Bilgin’in bu ani ayrılığı, siyaset, edebiyat ve iş dünyasından birçok sevenini bir araya getirdi. Öğle namazının ardından kılınan cenaze namazına AK Parti Trabzon Milletvekili Cevdet Erdöl, Trabzon Belediye Başkanı Volkan Canalioğlu da katıldı. Kalabalık halk kitlesinin katıldığı cenaze törenine Nazım Bilgin’in Köprübaşı’ndan da birçok seveni katıldı. Cenazede mahşeri bir kalabalık göze çarpıyordu.

Lise öğrencilik yıllarımda ben de merhuma bitki satmıştım. O zamanlar gelirlerimiz yetersiz olduğu için bütün köy halkı olarak dağlara çıkar, ormanlardan ligarba(likapa) toplardık. Bidonlara doldurduğumuz ligarbaları(yaban mersini) götürür kendisine satardık. Bu kazanç bize ilaç gibi gelirdi. Okul harçlıklarımızı bunlardan çıkarırdık. Bu arada yaylalardan topladığımız ‘fındık otu’ adlı bitkiyi kurutur, çuvallara doldurur, Sürmene’ye götürür satardık. Bunun yanında bazı ağaçların kabuğunu soyar, kurutur, ona pazarlardık.

Merhum Nazım Bilgin çok değişik şeyler satın alırdı. Aldıkları şeyleri ne yaptığını düşünüp dururduk; çok merak ederdik. Kendisine sormaya da cesaret edemezdik. Bir ara salyangoz alımı yapıyordu. Köyde ıslak ve yağmurlu havalarda salyangoz avcılığına çıkardık. Bunu her bir geçim kapısı, hem de oyun bellerdik. Bir gün salyangozları topladım, evin kenarında atıl durumda olan bir odacığa doldurdum. Sabah kalktığımda ne göreyim… Bütün salyangozlar ağzını aralık bıraktığım poşetten çıkmış, her biri bir duvardan yukarı tırmanmaya başlamıştı. Bir kısmı da odanın deliklerinde kaçmış, kendini doğal ortamlarına, tabiata atmıştı. Duvarlarda dolaşanları yakalayıp torbalarına koydum ama deliklerden sıvışıp kaçanları bir daha yakalayamadım. Onlar bir hatamdan yararlanıp özgürlüğe koştular. Yakaladığım salyangozları zaman kaybetmeden gidip sattım. Çünkü hiçbiri güven vermiyordu bana.

Bilgin, Sürmene’de de, Trabzon’da da sevilip sayılan bir insandı. Onun elinden gelmeyen iş yoktu. Hayatta yaptığı işlerde hep muvaffak olmuştu. Bir ara siyasete de girmiş, DYP Sürmene ilçe başkanlığı da yapmıştı. Fakat siyasetin kendisine göre bir iş olmadığını çok geçmeden fark etmiş, siyasî macerasını ileri götürmeden bu işten vazgeçmişti.

Nazım Bilgin inançlı bir insandı। Beş vakit namazını kılacak kadar dindardı. Dünya işlerini yürütürken öteki hayatı da ihmal etmezdi. Çok alçakgönüllü bir kişiydi. Kırk elli yıldan beri eski bir binada işlerini yürütmüştür. İstese kendisine konforlu bir büro yapamaz mıydı? Elbette buna gücü yeterdi. Fakat o gösterişi sevmezdi. Yanında pek çok kişiye iş vermiş, onların bir anlamda ekmek kapısı olmuştur. Yurtdışına pazarladığı bitkiler aracılığıyla devlete binlerce dolar döviz girdisi sağlamıştır. Vergisini de düzenli olarak vermişti. Nerden baksan Nazım Bilgin pek çok kişiye faydalı bir insandı. Allah rahmet eylesin.

22 Aralık 2007 Cumartesi

Oyuncu Savaş Dinçel Yaşam Perdesini Kapattı

M.NİHAT MALKOÇ

Gün geçmiyor ki bir değerimiz ayrılmasın aramızdan. Alanlarında isim yapmış, ekol olmuş kişiler sararmış yapraklar misali bir bir dökülüyor hayat ağacından. Bu durum hayatın beklenen neticesi olsa da insanlar kolay kolay alışamıyor gidenlerin yokluğuna. Lakin zaman acıların üzerini küllerle örtüp yaşamın uzun bir süreç olduğunu ve devam ettiğini hatırlatıyor bize. Gidenler gelmiyor, gelenler vakti gelince bir ‘elveda’ bile diyemeden gidiyor.

Bir ‘elveda’ bile diyemeden aramızdan ayrılan Türk tiyatrosunun ve sinemasının büyük isimlerinden Savaş Dinçel, geride büyük bir boşluk bıraktı. Oyunculuğa İstanbul Şehir Tiyatrolarında başlayan Dinçel, Münir Özkul’la çalışarak ilk özel tiyatro deneyimini yaşadı. Kırk yılı aşkın bir zaman boyunca şehir tiyatrolarında sahne aldı. Rol aldığı tiyatro oyunlarının sayısını kendisi bile bilmezdi. Bugüne kadar pek çok televizyon yapımında ve filmde oynadı. Tiyatro, sahne ve perde onun için ekmek-su gibi doğal ihtiyaçlardandı. O, sadece oynamakla yetinmemiş, oyun metinleri yazmış, oyunlar da yönetmiştir.

1942 yılında İstanbul’da doğan Savaş Dinçel, tiyatro eğitimine İstanbul Belediyesi Konservatuvarı Tiyatro Bölümü’nde başlamıştı. Yani mektepliydi kendisi. Savaş Dinçel, güzel sanatların hepsini severdi. Resme karşı özel bir ilgisi vardı. Tiyatroya ayırdığı vaktin yarısını resme ayırsaydı bugün ülkemizin sayılı ressamlarından biri olabilirdi. Bu arada yaptığı karikatürlerde mizah ustalığını da ortaya koymuştur. İki karikatür sergisi açan Dinçel, ayrıca “Çizgilerle Nazım Hikmet” adlı bir çizgi roman hazırlamıştır.

Hayatın perdelerini indiren Savaş Dinçel, zaman içerisinde güzel yapımlarda rol alarak, hafızalarımızda yer etmişti. Son senelerde Ekmek Teknesi dizisindeki Fırıncı Nusret’i, Ağır Roman’daki Berber Ali’yi canlandırmıştı. Dincel, son dönemde “Sessiz Gemiler” dizisinde de rol almıştı. Oynadığı tiyatro oyunları arasında Yaprak Dökümü, Sersem Kocanın Kurnaz Karısı, Godot’u Beklerken, Meraklısı İçin Öyle Bir Hikâye, Keşanlı Ali Destanı, Vişne Bahçesi, Artiz Mektebi, Küçük Prens, Hamlet ilk akla gelenlerdir. Yazdığı oyunlar Uçurtmanın Kuyruğu, Gürültülü Patırtılı Bir Hikâye, Meraklısı İçin Öyle Bir Hikâye adlarını taşır. Son yıllarda rol aldığı yapımlar arasında “Bir İhtimal Daha Var, Esir Kalpler, Eve Dönüş, Sevda Çiçeği, Ölümüne Sevdalar, Abdülhamit Düşerken, Üç İstanbul, Hababam Sınıfı Güle Güle, Sinekli Bakkal, İttihat ve Terakki, Azmi, Çemberler, Bizi Güldürenler” sayılabilir.

Ziya Öztan’ın yönetmenliğini üstlendiği “Kurtuluş” ve “Cumhuriyet” filmlerinde İsmet İnönü’yü canlandıran Dinçel, Ali Poyrazoğlu ve Münir Özkul ile birlikte çalıştı. Dinçel, “Dar Alanda Kısa Paslaşmalar” adlı filmdeki rolü ile Çağdaş Sinema Oyuncuları Derneğinden (ÇASOD), Sinema Yazarları Derneğinden (SİYAD) ve 20. İstanbul Film Festivali kapsamında “En İyi Erkek Oyuncu” ödüllerini aldı. Yani bir rol ona üç ödül birden getirmişti.

Dinçel, bir sigara tiryakisiydi. Önemli bir ameliyat geçirmiş olmasına rağmen sigaradan vazgeçememişti. Belki ölümünü de bu sigara tiryakiliği beraberinde getirmişti.

Evinde geçirdiği iç kanama sonucu 20 Aralık 2007 tarihinde hayatını kaybeden tiyatro sanatçısı Savaş Dinçel’in cenazesi, Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nde yapılan törenin ve Teşvikiye Camii’nde öğleyin kılınan namazın ardından Zincirlikuyu Mezarlığında toprağa verildi.

Usta tiyatrocu ve sinema oyuncusu Savaş Dinçel’in, daha güzel yapımlarda rol alacakken, ani ölümü bütün sanatseverleri derinden üzmüştür। Zira böyle büyük ustalar nadir yetişiyor. Onların bıraktığı boşluklar öyle kolay kolay dolmuyor. O, her rolün hakkını fazlasıyla veren, kaprissiz, alçakgönüllü, konumunu bilen ve ona göre hareket eden bir sanatçıydı. Sanatın onurunu her şeyin üstünde tutardı. Mesleğine derin sevgisi ve saygısı vardı. Oynadığı oyunlarda ve filmlerde rol yapmaz, adeta olayı yaşardı. Verilmesi gereken mesajı ve duyguları başarıyla verirdi. Bu da onun büyümesine, halkın beğenisini kazanmasına zemin hazırlamıştır. Türk sineması eşine az rastlanır bir oyuncusunu kaybetmiştir. 65 yaşında aramızdan ayrılan Savaş Dinçel’e Allah’tan rahmet diliyoruz.

12 Aralık 2007 Çarşamba

Felsefeci ve Şair Kenan Sarıalioğlu’yla Başbaşa

M.NİHAT MALKOÇ

Trabzon Lisesi kültür, sanat ve edebiyat alanındaki faaliyetleriyle tanınan tarihî bir eğitim ve öğretim kurumudur. Bu okulda hemen her gün bir etkinlik gerçekleştirilir. Bu köklü eğitim yuvasında sosyal faaliyetlere müsait bir altyapı mevcuttur. Okulun çok geniş ve modern bir salonu bulunmaktadır. Bu salonu sadece okul değil, Trabzon’da etkinlik gerçekleştiren pek çok kurum kullanır. Burası daima Trabzon kültürüne, sanatına hizmet eder.

Bu çerçevede geçen hafta, 11 Aralık 2007 Salı günü, tarihî Trabzon Lisesi’nin, felsefeci ve şair kimliklerini birleştiren bir kültür adamı konuğu vardı. Trabzonlu felsefeci ve şair Kenan Sarıalioğlu Trabzon Lisesi Felsefe Kulübü’nün konuğu olarak Trabzon Lisesi’nde bir söyleşi gerçekleştirdi. Sarıalioğlu, salonu tıka basa dolduran öğrencilerle samimi bir söyleşi yaptı. Öğrenciler söyleşiye hazırlıklıydı. Zira söyleşiye geçmeden evvel Kenan Sarıalioğlu’nun şiirleri öğrenciler tarafından seslendirildi. Bu durum Sarıalioğlu’nu fazlasıyla mutlu etti. Yazdığı şiirleri öğrencilerin sesinden dinleyerek eski günlere yol aldı.

Kenan Sarıalioğlu, Trabzonlu bir duygu adamıdır. Mütevazı hayatını doğup büyüdüğü bu şehirde devam ettirmektedir. 1946’da Trabzon’da doğmuştur. İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümünü bitirmiştir. Halen Serander Yayınevi’nin Genel Yayın Yönetmenliği yapmaktadır. Evli ve üç çocuk babasıdır. İlk şiiri Yeditepe’de yayınlanan Kenan Sarıalioğlu’nun şiir, deneme ve çevirileri çeşitli dergilerde yayınlandı. Yayınlanmış kitaplarından bazıları şunlardır: “Metafizik ve Gülümseme, Ayna Rubaileri, Issız İnsan Ormanında, Materyalizm ve Ahlak, Bir Çöl Rüzgârı Ömrümüz (Hayyam’dan çeviri), Sabahın Gizeminde, Doğanlar (Nietzche’den çeviri), Doğmuş Olmanın Sakıncası (Cioran’dan çeviri), Közdeyişler (Chamfort’tan çeviri), Ateş ve İpek (Sadi’den çeviri), Gülışığı (Hafız’dan gazeller)…”

Kenan Sarıalioğlu’nun Genel Yayın Yönetmenliğini yaptığı Serander Yayınları Trabzon’a yönelik önemli eserler yayınlamaktadır. Bugüne kadar pek çok eser yayınlayan bu yayınevi içerik ve şekil açısından kaliteden ödün vermemektedir. Bu yayınevi daha çok Trabzon ve Doğu Karadeniz kültürünü ön plana çıkarma gayreti içerisindedir. Yayınladıkları eserler arasında şunları sayabiliriz: “Anabasis’ten Atatürk’e Seyahatnamelerde Trabzon, Atatürk ve Trabzon, Doğu Karadeniz-Tarih-Kültür-İnsan, Pontus Meselesi, Türk Modernleşmesi Sürecinde Trabzon Halkevi, Osmanlı Hâkimiyetine Kadar Doğu Karadeniz’de Türkler, 18. Yüzyılda Trabzon’da Ticaret, Doğu Karadeniz Eşkıya ve Kabadayıları, Onsekizinci Yüzyılın İkinci Yarısında Trabzon, Doğu Karadeniz’de Bir Derebeyi Ailesi: Sarıalizadeler, Anılarda Trabzon 1–2, Yirminci Yüzyıl Başlarında Trabzon’da Yaşam...”

Söyleşide Trabzon Lisesi öğrencileri Kenan Sarıalioğlu’nu soru yağmuruna tutarak bir hayli terlettiler. O da sorulan sorulara içinden geldiği gibi doğal cevaplar verdi. Öğrenciler Sarıalioğlu’nun niçin şair olduğunu, ilham kaynaklarını, şiir ve felsefe ilişkisini, eserlerini hangi duygu atmosferi içerisinde yazdığını sordular. O da sorulara, doğallığını bozmadan kendince cevaplar verdi. Özetle şunları söyledi: “Yaşantımı önceden planlamak gibi bir alışkanlığım yoktur. İçimden geldiği gibi, hiçbir hesap kitap yapmadan yaşarım. Ben daha önce birkaç bölümde okudum, ayrıldım. Bunlar arasında İnşaat Mühendisliği de vardı. Fakat kişiliğim böyle disipline ve planlı yaşamayı kaldıramadığı için, bilginin kaynaklarına sorgulayarak gitmeyi tercih ettiğim için felsefeyi seçtim, onda karar kıldım. Şiirlerimin ilham kaynağı sadece yaşadıklarım değil, başkalarının hayatlarından gözlemler yaparak da yazdığım oluyor. Şiir imgelerden oluşur. Arka planı güçlü ve derin olan imgeler, şiiri güzelleştirir ve derinleştirir. Şiir şairin anlatmak istediğinden öte, okuyucunun anladığıdır.”

Trabzon Lisesi Felsefe Kulübü, Trabzonlu felsefeci ve şair Kenan Sarıalioğlu’yla öğrencileri buluşturarak gençlerin zihinlerindeki duygu yelpazesini genişletti। Belki bundan sonra bazıları Sarıalioğlu’nu örnek alarak şiir yazmaya başlayacaktır. Bu gibi sosyal etkinlikler sanat ve edebiyat sahasında yepyeni dönüşümlerin başlangıcı için vesile olabilir.

Usta Bir Heykeltıraşın Ucuz Ölümü

M.NİHAT MALKOÇ

Türkiye’de trafik kazaları almış başını gidiyor. Gün geçmiyor ki birileri trafik kazasından hayatını kaybetmesin, kolunu bacağını kaybedip yaralanmasın. Dışarı çıkıp da eve sağlam dönmek şükür sebebi sayılıyor. İnsanlarımız bir türlü kurallara uyarak adam gibi araba kullanmayı öğrenemedi. Her şey gözler önünde gerçekleşiyor ama hiç kimse yaşanan olumsuzluklardan ibret almıyor. Böyle olunca da benzer sebepler benzer sonuçları doğuruyor.

Türkiye’de ölümlerin önemli bir bölümünü trafik kazaları oluşturuyor. Bazı kişiler işine veya evine birkaç dakika erken varabilmek için canını tehlikeye atıyor. Bu tehlike başkalarının hayatını da karartabiliyor. Ya alkol kullanıp da direksiyon başına geçen yarı akıllılara ne demeli? Onları anlamakta herkes gibi ben de zorlanıyorum.

Trafik terörü genç yaşlı demeden insanlarımızın yüzünü solduruyor; yuvalar dağılıyor, babalar çocuksuz, çocuklar babasız kalıyor. Hemen her akşam televizyon ekranlarında buna benzer bir sürü trajediye şahit oluyoruz. Yüreğimiz burkuluyor, üzülüyoruz, gözyaşı döküyoruz, fakat asıl alınması gereken nasihatleri almıyoruz. Durum böyle olunca geçen zaman hiçbir şeyi değiştirmiyor, hadiseler ve tarihi gerçekler tekerrür ediyor.

Trafik canavarı nice değerlerimizi elimizden alıp toprağın kara bağrına saldı. Bu kişilerin çoğunu, hayatlarının baharında, bu ülkeye daha nice hizmetler verebilecek bir yaşta ve konumda iken kaybettik. Bu kayıplar ülkemizin hızını kesti. Zira eğitimli ve mahir insanlar kolay yetişmiyor. Onların yeri kolay kolay dolmuyor. Ben bunları millî kayıp olarak görüyorum. Bunlar ülkemizin adını dünyaya duyuran ender insanlardır.

Trafik terörüne en son dünyaca ünlü heykeltıraş Prof. Dr. Tankut Öktem’i verdik. Üstelik sahasında parmakla gösterilebilecek kadar seçkin bu değerli bilim adamı şehirlerarası yolculuk sırasında ölmedi. Ne gariptir ki İstanbul’un bir semtinden başka bir semtine giderken geçirdiği elim bir trafik kazası neticesinde öldü. Onunla birlikte arabada bulunan başkaları da öldü, eşi yaralandı. “Devlet Sanatçısı” ünlü heykeltıraş Prof. Dr. Tankut Öktem, Üsküdar’da meydana gelen trafik kazasında, hayatını kaybetti. Öktem, bir kamyonun yol açtığı zincirleme kaza sonrası araçta sıkışarak can verirken, kazada, aralarında Öktem’in eşi Semra Öktem, kızı Pınar Doğan ve asistanı Kadir Özyalçın’ın da bulunduğu dört kişi de yaralandı.

Beklenmedik bir zamanda aramızdan ayrılan Tankut Öktem, usta bir sanatkâr ve bir ilim adamıydı. Doğuştan sanatkârlık ruhuna sahipti. 1940 senesinde Konya’da doğan Öktem, çocukluk yıllarını ailesinin memuriyeti nedeniyle Edirne ve Muş’ta geçirmişti. Annesi veterinerdi. Oğlunun sanatla uğraşmasını çok istediği için onu çok küçük yaşlarda sanata yönlendirdi. Edirne’de başladığı ortaöğrenimini İstanbul’da tamamladı. Lise son sınıfa geçtiği sene Devlet Güzel Sanatlar Yüksek Okulu’nun Seramik bölümüne kayıt yaptırdı. Üniversitede hocasının teşvikiyle heykele yöneldi. Bu okulun üçüncü sınıfında iken Dünya Genç Heykeltıraşlar yarışmasında birincilik ödülü aldı. Bu onun tanınmasına, önünün açılmasına vesile oldu. Sahasıyla ilgili olarak pek çok üst görev alarak bunları başarıyla yerine getirdi.

Çok sayıda eseri ve ödülü bulunan Prof. Öktem, 1999 yılında ‘Devlet Sanatçısı’ seçilmişti. 1973 yılına kadar modern heykeller yapan, 1970’li yıllarda figüratif çalışmalara başlayan ünlü heykeltıraş Öktem, daha sonra çok figürlü anıtlar yapmaya yöneldi.

Anıtlarında Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ve Milli Mücadele yıllarını konu edinen Prof। Öktem’in eserleri arasında, dünyanın en yüksek üçüncü anıtı olan Kuvayi Milliye ve Atatürk Anıtı, Atatürk ve Harbiyeli Anıtı, Çanakkale Şehitliği’nde yer alan Yaralı Asker Anıtı, Amasya Tamimi Anıtı, Zonguldak Maden İşçileri Anıtı, Kastamonu Türk Kadınları Anıtı, Balkan Savaşı Anıtı, Magosa Büyük Özgürlük Anıtı, Atatürk-İnönü-Fevzi Çakmak Anıtı, Nazım Hikmet Heykeli, Uğur Mumcu Anıtı, Deniz Kızı Heykeli, Piyade Atatürk Anıtı ve Seul’de bulunan Sevgi Anıtı da bulunuyor. Yaşasaydı kim bilir daha nice emsalsiz anıtlar dikecekti. Fakat o, ölmeden evvel adını hafızalara kazıyarak gitti. Allah rahmet eylesin.

10 Aralık 2007 Pazartesi

Bilime ve Hayra Harcanan Bir Ömür: Sabahattin Zaim

M.NİHAT MALKOÇ

Hayat gelimli gidimli bir yol… Birileri doğumuyla çevresini mutluluğa gark ederken, birileri de ölümüyle sevdiklerini hüzne boğuyor. “Her canlı ölümü tadacaktır” ayeti gereğince vakti dolan, ebedî istirahatgâhına çekiliyor. Sıradan insanların ölümü yakın çevresini üzerken, millete mal olmuş insanların ölümü bütün bir milleti derinden yaralıyor. Ölüm hoyrat eliyle nice emsalsiz değerlerimizi elimizden alıyor. Yeniler eskilerin boşluğunu dolduramıyor. Bu çerçevede ölümün elimizden aldığı değerlerden biri de Sabahattin Zaim oldu. 09 Aralık 2007 tarihinde aramızdan ayrılan Sabahattin Zaim, uzun bir ömrü faydalı işlerle doldurmuş müstesna bir insandı. Zaim uzun zamandan beri lenf kanseri tedavisi görüyordu.

Merhum Sabahattin Zaim’in hayatı ilim ve hayırla doludur. Onun biyografisi bir hayli kabarıktır. Prof. Dr. Sabahattin Zaim, 1926 yılında Makedonya’nın İştip kasabasında doğdu. Ailesi ile birlikte 1934’te İstanbul’a göç etti. Yüksek öğrenimini Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi İdari Şube kısmında (1947) tamamladı. Üniversiteyi birincilikle bitirdi. 1953 tarihinde İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Sosyal Siyaset Kürsüsü’nde asistan oldu ve tam kırk yıl aralıksız bir şekilde bu üniversitede doktor, doçent, profesör ve kürsü başkanı olarak görev yaptı. Bu süre içerisinde elinden binlerce öğrenci gelip geçti.

Aslen Rumelili olan Zaim, ruhunda yaşadıklarıyla, zihninde taşıdıklarıyla, özetle kimliği ve kişiliğiyle bu ülkenin sosyal ve manevî değerlerini yansıtıyordu. O, hayatı boyunca güzellikleri yansıtan tertemiz bir ayna olmuştur. O, aksiyoner kişiliğiyle siyasî, toplumsal, kültürel ve entelektüel hayatımıza sayılamayacak kadar çok katkılarda bulunmuştu.

Zaim, hocaların hocası sıfatını herkesten daha çok hak eden bir ilim ve fikir adamıydı. Müslüman kimliğini her zaman onur saymış, bunu hiçbir zaman gizlememiş, öte yandan bu sıfatı çıkarları için kullanmayı asla düşünmemiş bir namus abidesiydi. Bu memleketin son elli yılında onun hissedilir etkisi vardır. Ruhunda altın bir heykel gibi dikili duran tevazuu, yaptığı hayırlı hizmetleri gizleyememiştir. O, nefes aldığı sürece hayırlı işlere müdahil olmuş, hizmet gayesi gütmüş, işini bitirince kenara çekilmiş, asla sen ben kavgasına girmemiştir.

Sabahattin Zaim, sadece ülke sınırları içinde değil, uluslararası düzeyde de tanınan ve sevilen bir bilim, kültür ve hayır adamıydı. Türkiye Milli Kültür Vakfı, İlim Yayma Vakfı, Aydınlar Ocağı, İslami İlimler Araştırma Vakfı, Milletlerarası İslam İktisatçıları Cemiyeti kurucu üyesi olduğunu söylemek onun bu sıfatlara ne kadar layık olduğunu gösterir herhalde.

Prof. Dr. Sabahattin Zaim, bugünkü Cumhurbaşkanımız Abdullah Gül’ün de hocasıydı. Yani o, bu ülkeye ilmen ve ahlaken tam donanımlı bir cumhurbaşkanı bahşetmiştir. Bu değerli bilim adamı Türkiye’nin yetiştirdiği ender iktisatçılardan biriydi. Zaim, İslam ekonomisi sahasında emsalsiz bir otoriteydi. Fakat kendisinden yeterince yararlanılamamıştır.

O, iktisatçılığının yanında sanayi konularında da önemli bir teorisyendi. Çeşitli şirketlerde yönetim kurulu üyesi, başkanı ve murakıbı olarak görev yapmıştı. Kaleme aldığı kitaplar arasında “Çalışma Ekonomisi”, “Türkiye’nin Ücret ve Gelirler Siyaseti”, “İslam, İnsan ve Ekonomi”, “Avrupa Ortak Pazarı ve Türkiye” ilk akla gelenlerdir. “Türkiye’nin Yirminci Yüzyılı- Toplum, İktisat, Siyaset” isimli eseri özel olarak anılmaya, vurgulanmaya değerdir. Üç ciltlik bu kıymetli kitap yakın tarihin özeti gibidir. Bu esere ülkemizin zihnî dönüşüm atlası olarak da bakabiliriz. Çoğu kendi alanında olmak üzere, pek çok dergide yüzlerce makalesi yayınlanmıştır. Sahasında mutlak otorite kabul edilmiştir.

Ömrünü bu ülkenin hayrına yaptığı işlerle dolduran Zaim, hizmetlerinden dolayı pek çok ödülle taçlandırılmıştır। Aldığı ödüller arsında Türkiye Milli Kültür Vakfı Türk Milli Kültürüne Hizmet Şeref Ödülü, İslam Kalkınma Bankası Dünya Ödülü, Lariba Banking Los Angeles Ödülü, MÜSİAD Üstün Hizmet Ödülü, Türkiye Yazarlar Birliği Hizmet Ödülü sayılabilir. Fakat o, en büyük ödül olarak öğrencilerini görürdü. 81 yaşında aramızdan ayrılan Zaim’in beş evladı vardı. Allah kendisine gani gani rahmet eylesin. Mekânı cennet olsun.

8 Aralık 2007 Cumartesi

Bir Kalem Daha Sükût Etti: Erhan Bener

M।NİHAT MALKOÇ

Hayatımız pamuk ipliğine bağlı sanki… Her şey yaşamla ölüm arasında sıkışıp kalmış… Bizi ayakta ve diri tutan “can” denen o ipliğin gücü… Yahya Kemal Beyatlı’nın dediği gibi “Bir tel kopar ahenk ebediyen kesilir।” Öyleyse, tel kopana kadar dünya denen bu fena yurdunda güzel bir iz bırakmalıyız. İz bırakmayan bir insanın yaşadığının delili ne olabilir ki?… Tekrar dünyaya dönüp “Ey efendiler… Bu dünya denen mezrada ben de yaşadım. Şunu şunu yaptım, sonra da ebedî yurduma göçtüm” diyemeyeceğinize göre, adınızı ebedileştirecek eserler vermeniz gerekir. Bu eserler çeşit çeşittir. Mimarsanız görkemli bir yapı, müzisyenseniz eşsiz bir beste, doktorsanız bir can, mühendisseniz hünerli bir buluş, öğretmenseniz geleceğe altın nesiller, şairseniz şiirler, yazarsanız hikâye ve romanlar bırakabilirsiniz. Eserleriniz ayakta kaldığı müddetçe sizler de dünya üzerinde yaşarsınız.

Türk edebiyatına çok sayıda eser kazandıran Erhan Bener’in dünyadan göçüşü, ebedî âleme gidişi bana “insan ve eser” ilişkisini hatırlattı. Zira insan eseriyle vardır. Horasan erlerinden Hâdim’de medfun büyük evliyadan Mevlânâ Ebû Sâid Muhammed Hâdimî der ki: “Kâmil odur ki, bıraka dünyada bir eser/Eseri olmayanın yerinde yeller eser” Gerçekten de öyle değil midir? Bence kişiye ölmek değil, asıl unutulmak koyar. Yazar Bener, giderken unutulmayacağını da fısıldadı kulaklara. Zira adını yaşatacak onlarca eser bıraktı geride.

Edebiyatımızın usta kalemlerinden birisiydi Erhan Bener… O pek çok sahada eser veren çok yönlü ve zengin bir kalemdi. Herkes gibi şiirle başlamıştı edebiyata. 1948 senesinde şiirlerini “Sesler” adı altında iki kapak arasına almıştı. Şiirin ardından 1953’te ilk romanı olan “Acemiler” i yazmıştı. Bu yazma macerası ömrünün son demlerine kadar soluksuz devam etmişti. Türk edebiyatı zincirine yeni halkalar eklemişti. Bu halkalar roman türündeydi daha çok… “Yalnızlar, Loş Ayna, Ara Kapı, Baharla Gelen, Elif’in Öyküsü, Macellos da Vinci’nin Serüvenleri, Oyuncu, Böcek, Ölü Bir Deniz, Sisli Yaz, Ortadakiler, Tekilleşme, Bir Büyük Bürokratın Romanı, Anafor, Hınzır Kız, Dönüşler, Köleler ve Tutkular, Işığın Gölgesi, İlişkiler” onun Türk roman külliyatına kattığı doyumsuz eserlerdir. “Aşk-ı Muhabbet Sevda, Gece Gelen Ölüm, Günbatımı Öyküleri, Denizaşırı Öyküler, Yaralı Aşklar, Bir Demet Mimoza, Aşk Nereye Kadar” adlı öykü kitaplarını anmadan geçmek ustaya haksızlık olur.

Bener, hayatı boyunca 30’un üzerinde kitaba imza attı, kimi eserleri de yabancı dillere çevrildi. Çocuk kitapları, çevirileri ve radyo oyunları da bulunan Bener’in “Yalnızlar”, “Ölü Bir Deniz”, “Böcek”, “Aşk-ı Muhabbet” ve “Sevda” adlı eserleri sinemaya ve televizyona uyarlandı. Bener’in, “Hızır Doktor”, “Bürokratlar” ve “Şahmeran” adlı oyunları, İstanbul Şehir Tiyatrosu, Ankara Halk Tiyatrosu ve Ankara, Konya, Diyarbakır Devlet Tiyatroları’nca sahneye konuldu. Sahnelenen bu oyunlar izleyicisinden tam not aldı.

Bu kadar çok ve özgün eserler veren bir yazarın ödüllendirilmemesi haksızlık olurdu. O da pek çok usta yazar gibi ödüller almış, aldığı bu ödüller onun yazma şevkini fazlasıyla artırmıştır. Erhan Bener, Fransız-Türk Kültür Cemiyeti, Yunus Nadi ve Orhan Kemal roman ödüllerine, Haldun Taner, Yunus Nadi ve Dil Derneği Ömer Asım Aksoy Öykü ödüllerine, Muhsin Ertuğrul Oyun Ödülüne layık görüldü. Edebiyatçılar Derneği Onur Ödülü altın madalyası sahibi olan Erhan Bener, Fransa’nın uluslararası “Sanat ve Edebiyat Ustası” ve Uluslararası Film Festivalleri Kurumu’nun “Sanat Çınarı” unvanına da sahipti.

Seksenine merdiven dayadığı bir dönemde aramızdan ayrılan Bener, yaşı ileri bir safhada olmasına rağmen hayal kurmaya ve kurduğu hayalleri okuyucularıyla paylaşmaya devam ediyordu। Hayattan elini eteğini çekmemişti, nefes aldıkça hayat yaşanmaya değerdi. Onun hayata bakışı sevgi ve hoşgörü temeli üzerine bina edilmişti. Doğrusu da bu değil miydi zaten. Söz sarrafları olan şair ve yazarlara da hayata sevgiye hâkim noktadan bakmak yakışırdı. O da kendine yakışanı yaparak yaşadıkça okuyucularına muhabbet bahçesinden güller derdi. Kalem sustu… 08 Aralık 2007’de edebiyatımız bir değerini daha toprağa gömdü.

6 Aralık 2007 Perşembe

Altın Kuşağın Son Yıldızı Vus'at O. Bener..

M.NİHAT MALKOÇ

Türk hikâyeciliğinin altın kuşağının son yıldızı olarak görülen Vüs’at O. Bener geçtiğimiz aylarda hayatını kaybetmişti. 83 yaşında hayata veda eden bu değerli kalem, hikâyeyi şiire yaklaştırmıştı. Uzun ömrüne rağmen az sayıda hikâye yazmıştı. Mükemmeliyetçi bir sanat anlayışına sahipti. Az ve öz yazmayı ilke edinmişti. Kelimeleri yerinde ve tabir caizse iktisatlı kullanırdı. O, sözlere hakkını veren bir hikâyeciydi.

Peki, kimdi Vüs’at O. Bener? Okuyucuları ne kadar tanıyordu onu? 1922 yılında Samsun'da doğmuştu. Ankara Hukuk Fakültesi’ni bitiren Bener, modern Türk öykücülüğünde “altın kuşak” olarak tanımlanabilecek 1950 kuşağının önde gelen isimlerinden birisiydi.

Bence yarışmalar yazarları doğuran anadır. Onlar yeni simalarla buluştururlar bizi. Kenarda köşede kalmış yazarlar, ciddi yarışmalar sayesinde keşfedilir. Bener de böyle bir yarışma neticesinde kalem hayatına atılmıştı. Vüs’at O. Bener, 1950’de New York Herald Tribune gazetesi ile Yeni İstanbul gazetesinin ortaklaşa düzenledikleri öykü yarışmasında ”Dost” adlı öyküsüyle adını duyurdu. Vüs’at O. Bener’in, yarım yüzyılda ortaya koyduğu az sayıda öykü, roman ve oyunu bulunuyor. 1950’li yıllarda yazdığı öyküleri genellikle Seçilmiş Hikâyeler, Varlık, Yeditepe dergilerinde yayınlandı. Bu öykülerden bir bölümü “Dost” adı altında (1952); bir bölümü “Yaşamasız” ismiyle kitaplaştırıldı(1957).

1962 yılında ilk oyunu Ihlamur Ağacı basıldı, oyun Türk Dil Kurumu’nun 1963 yılı tiyatro armağanını aldı. 1977 yılında 29 öyküsü yine “Dost” adı altında, tek cilt halinde basıldı. Öykülerinden, “Dost” Fransızca’ya; “Batak” Almanca’ya; “İlki” İngilizce’ye çevrildi. Öyküleri, yabancı ve Türk antolojilerinde yer buldu. Bunlar onun ismini daha da büyüttü.

Yazarın ikinci oyunu İpin Ucu, 1980 yılında Abdi İpekçi Armağanı’nı kazandı. İlk romanı “Buzul Çağının Virüsü” 1984 yılında basıldı. İkinci romanı “Bay Muannit Sahtegi’nin Notları” 1991 yılında yayınlandı. “Siyah-Beyaz” adlı kitabı 1993’te basıldı.

Vüs’at O. Bener, dili güzel kullanan bir yazardı… Yani çalakalem yazmazdı. Titiz bir dil işçiliği gözükürdü hikâyelerinde… Onun içindir ki 83 yıllık hayatında yazdığı eserlerin sayısı son derece azdır. Bu, onun dil hassasiyetinden kaynaklanan bir durumdur. Onun hikâyelerinde ülke insanının kültürel yelpazesini bütün ihtişamıyla görmek mümkündür.

Kendisine özgü bir cümle yapısı vardı O’nun… Yani üslûp sahibi bir insandı… Bunu uzun yıllar boyunca ısrarla yazarak kazanabilmişti. Eserlerinde taklit edilmiş, iğreti ifadelere rastlamak zordur. Zaten az sayıda eser vermiş bir yazarın bugün konuşuluyor olması onun ancak özgün bir anlatıma sahip olmasıyla açıklanabilir. Demek ki önemli olan özgünlüktür.

O, hikâye, roman ve oyunlarında gündelik hadiselerin yansımalarını konu edinmiştir daha çok… Bunu, yazdığı eserlerin çoğunda görmek mümkündür. Fakat sıradan olayları dile getirirken dilin sihirli gücünden azamî derecede yararlanmıştır. Olaylar sıradan olsa da anlatım sıradan değildir. Anlatımdaki güzellik, sıradan mevzuları bile zevkle okunur kılmıştır.

Vüs’at O. Bener şiirle de uğraşmıştır. Fakat biz onu şair olarak değil, hikâyeci olarak tanıyoruz. Roman ve oyun da yazmıştır ama asıl ses getirdiği edebî tür hikâyedir. Şiirlerini “Manzumeler” adı altında bir araya getirmiştir. Manzume aslında ölçülü ve kafiyeli, edebî değeri pek fazla olmayan şiir diye algılanır bizde… Fakat onun şiirlerinde ölçü ve düzenli bir kafiye sistemi yoktur. Belki de şiirde iddialı olmadığını ifade etmek için şiirlerini böyle bir isim altında okuyucuya sunmuştur. Bence şiirleri vasat olmaktan öteye gidemez.

O, pek çok yazar gibi şiire de merak salmıştır. Şiirlerindeki imajlar soyut ve kapalıdır. Sıradan bir okuyucunun bu imgeleri çözüp anlamlandırması hiç de kolay değildir. Düzyazıya yaklaşan anlatım tarzı, şiirlerinin bir başka özelliğidir. Orhan Veli tarzı kısa ve ilk görünüşte sıradan gibi algılanabilecek şiirsel söyleyişleri vardır. “Sitem” bunlardan birisidir:
“Nur içinde yat anacığım Mecbur muydun beni doğurmaya Bir daha yapma”
Başkent Hastanesi’nde uzun süre tedavi gören Bener, 31 Mayıs 2005’te vefat etti. Bence kalemin susması âlemin susması anlamına gelir. Vüs’at O. Bener’in hayattan göçüşüyle birlikte bir kalem sustu, bir âlem sustu… Yarım yüzyıl boyunca yazan bu kalemin vedası da sessiz oldu. Gazetelerde koca puntolu harflerle bahsedilmedi ölümünden. Ölümü televizyonları günlerce meşgul etmedi. Sözlerimi bu usta yazarın, fakat vasat şairin “Ölüm” adlı dörtlüğüyle noktalıyorum. Kim bilir belki de ötelerde öykülerine devam ediyordur:

“Ölüm süzmüş gözlerini
Testi yazıtlarında sözü geçmez
Uzun fısıldadığı sen değildin hiç
Geceye yineler ak doğumları”

11 Kasım 2007 Pazar

Cemil Meriç'in Akıl Defteri


M.NİHAT MALKOÇ

Türk milletinin âb-ı hayat hükmünde değerleri ve değerlileri vardır. Bunlardan birisi de Cemil Meriç’tir. Meriç, ömrünü düşüncenin girdabında geçirmiş, Osmanlı’nın inkırazını içinde yaşamış ve hissetmiş bir akıl hocasıdır. O, fikir namusunu yüreğinin derinliklerinde hissetmiş, eğilip bükülmeden ve yalpalamadan dimdik ve haysiyetli bir duruş sergilemiştir.

Cemil Meriç, genç yaşta görme yetisini kaybetmesine rağmen ömrünün son anına kadar bu milletin selâmeti için düşünme gücünü diri ve canlı tutmuştur. Bizim görmediklerimizi görmüş, bizim hissetmediklerimizi hissetmiş, bizim duymadıklarımızı duymuştur. Bu ülkenin gençlerine yepyeni ufuklar açmıştır. Bizler ondan çok şey öğrendik. Doğuyla Batı arasında sıkışıp kalan bu milletin kurtuluş reçetesini o sundu bize.

Türk mütefekkirleri arasında sözüyle özü bir olanların başında gelir Cemil Meriç… Bu büyük Türk aydınının adını muhayyilemize kazıyan birbirinden güzel ve çarpıcı sözleri vardır. Bunlardan bir buket yapıp sizlere sunmak istiyorum:

“Sol ve sağ… Çılgın sevgilerin ve şuursuz kinlerin emzirdiği iki ifrit… / Kendi gerçeğimizi kendi kelimelerimizle anlayıp anlatmak, her namuslu yazarın vicdan borcu. / Murdar bir halden muhteşem bir maziye kanatlanıp uçmak gericilikse, her namuslu insan gericidir. / Kelam, bütünüyle haysiyettir. / Kamus, bir milletin hafızası, yani kendisi; heyecanıyla, hassasiyetiyle, şuuruyla. / İzm’ler idraklerimize giydirilen deli gömlekleri. / Slogan, ilkelin ideolojisi. / İdeolojiler, uçurumları aydınlatan hırsız fenerleri. / Kitaptan değil, kitapsızlıktan korkmalıyız.

Hafızaya çakıl taşı gibi saplanan bilgi kırıntılarına yeni bir ad bulduk: kültür. / Kitap, istikbale yollanan mektup… Smokin giyen heyecan, mumyalanan tefekkür… / Tarihimiz, mührü sökülmemiş bir hazine…. / Her toplum bir kitaba dayanır: Ramayana, Neşideler neşidesi veya Kur’an… Senin kitabın hangisi? / Duygunun asaleti, kuvvet ve isabetindedir. / Yığın düşünmez, maruz kalır. / Bayağı, hissetmeyendir. / Gerçek hükümdarlar, ebedî hükümrandırlar. Hazineleri yağma edildikçe zenginleşirler. / Meçhule açılan bir kapıdır kitap. Meçhule, yani masala, esrara, sonsuza… / Mütercim, mutlak’ı arayan bir çılgın, “felsefe taşı”nı bulmaya çalışan bir simyagerdir.

Şiir ne bir teşrih masasıdır, ne bir teşhir çarmıhı... / Polemik zekâların savaşıymış. Zekâlar birbiriyle savaşmaz. Kinlerin, peşin hükümlerin, gizli çıkarların savaşı, polemik. Eski bir inancı yok etmek isteyen yeni bir düşüncenin savaşı… Ve her mübariz kendi cephesinde muzaffer… / Yaşayanları yöneten ölülerdir. Demek ki öldürülmesi gereken ölüler de var. / Gitmek, kaderin hatalarını düzeltmektir. / Kahramanlık, hatada ısrar etmemektir. / Asya’nın bütün evlatları içinde Batı’nın ilk benimsediği: Zerdüşt… / Aldatmayan tek sevgili var dünyada: mutlak güzel…”

Cemil Meriç dünyaya ve yaşanan hadiselere hep ibret gözüyle bakmıştır. O, hadiselerin görünen yüzünü değil, içe yansıyan cephesini teşhir ve tespit etmiştir. Hayata pembe gözlükle bakmadığı gibi kalın camlı, koca çerçeveli gözlüklerin arkasından da bakmamıştır. Olması gereken noktada durarak gördüklerini teşhir ve tespit etmiştir. Onun dünyaya, hayata ve insana bakışını yansıtan veciz sözlerine kaldığımız yerden devam edelim:

“Her çağ kendi kelimelerini söyletmiş kelimeye; her demagog(lâfazan) kendi yalanlarını… / İrfan, düşüncenin bütün kutuplarını kucaklayan bir kelime… / İrfan, kemale açılan kapı, amelle taçlanan ilim... / Kültür, homo ekonomikus’un kanlı fetihlerini gizlemeye çalışan birer şal... / Kültür, kaypaklığı, müphemiyeti ve seyyaliyetiyle Avrupa’dır. Tarif edilmeyen, edilemeyen bir kelime… / Batı’nın düşünce tarihi akılla naklin mücadele tarihi… / Din, Avrupa için bir afyondur, bütün ideolojiler gibi…

Avrupa tarihi, bir sınıf kavgası tarihidir. / Raskolnikov sarsıntı geçiren bir toplumda yapayalnızdır. Dosto gibi... / Şuuraltı(psikanaliz) her istediğini kolayca elde eden mutlu azınlığın imtiyazı… / Kendini tanımak, marifetlerin marifeti… / Belki de medeniyet uyuyor ve zaman zaman rüya görüyor. / Savaş bir irşat… Savaş, ışıkla karanlığın diyaloğu… Düşman, gözü bağlı olandır. / Bu çökmeye hazır medeniyet üç sütün üzerinde duruyor; süngü, açlık, fuhuş…/ Tarihi yaratan, fertle yığın arasındaki anlaşmazlık…

Çatışmasız toplum beraber otlayan, beraber geviş getiren adsız bir sürü… / Tarihin mimarı: isyan, kadere, zamana, insana… / Dahi, münzevi bir yıldız; anasız doğan çocuk, anasız doğan ve zürriyetsiz ölen… Zirveden zirveye akseden şarkı… / Kronoloji: aptalların tarihi… / Din, bir susuzluk, sonsuza karşı duyulan özlem. Bilgi değil, aşk… / Hapishane, maskelerin çıkarıldığı yerdir. / Mahalle kavgaları, tefekkürün zirvelerine ulaşmamalı…”(Bu Ülke- Cemil Meriç-İletişim Yayınevi)

Cemil Meriç’in defalarca okuduğum şaheseri olan ‘Bu Ülke’ den derlediğim veciz sözlerden bir kısmını sundum sizlere. Bu belâgatli sözlerin her biri bir kitap hacminde anlatılacak duygu ve düşünceleri yoğun bir içerikle anlatıyor. Uluslararası düzeyde itibar gören ve içinde yaşadığı topluma eleştirel gözle bakabilen bu güzel insanı anlamak için kafa yormamız gerekir. Zira onun teşhis ve tespitleri müşahhas hakikatlerden besleniyor. Cemil Meriç’in akıl defteri bizim ilham kaynağımız olmalıdır. Aksi halde kendi etrafımızda döner dururuz. Azgın dalgalara ve şiddetli fırtınalara karşı sakin bir limana sığınamayız.

80 Yaşında Bir Şair Delikanlı: Nurettin Özdemir


M.NİHAT MALKOÇ
Geçenlerde Trabzon Lisesi çok değerli bir şiir üstadını ağırladı. 10 Ekim 2007 Çarşamba günü Trabzon Lisesi’ni teşrif eden Nurettin Özdemir’le uzun sayılabilecek bir süre boyunca kültür, sanat, edebiyat ve hayat üzerine konuştuk. Kıymetli Şair Nurettin Özdemir’i gıyaben tanırdım. Bugüne kadar hiç karşılaşmamıştık kendisiyle. Yeğeni Ali Çetin Özdemir, Trabzon Lisesi’nde Edebiyat Öğretmeni olarak çalışıyordu. Yani mesai arkadaşımdı, üstelik aynı branştandık. Dayısı olan Nurettin Özdemir’le görüşme isteğimi iletmiştim kendisine. O da ilk fırsatta bunu sağlayacağını söylemişti bana. Şair Özdemir Ankara’da yaşıyordu. Seyrek geliyordu Trabzon’a ve memleketi olan Gümüşhane’ye… Trabzon’a gelince beni de çağırdılar. Koşa koşa gittim. Çünkü onunla tanışmayı, sohbetinde bulunmayı çok istiyordum.

Şair Nurettin Özdemir’in şiirlerini severek okuyan, üzerlerinde şekil ve içerik analizi yapan bir şiir dostuyum ben. Vaktiyle kendisiyle ilgili yazılar da kaleme almıştım. O, günümüz şiirinde yaşayan ustaların başında geliyor şüphesiz. Şiirlerini serbest tarzda yazmasına rağmen kelimeleri ustaca kullanarak farklı bir ahenk oluşturmuştur. Onun özellikle “Vatan” şiirini çok severim. Bu şiir süssüz ve sade bir dille yazılmasına rağmen şiirsel derinliğe sahiptir. O, sade bir dille de güzel şiirler yazılabileceğini göstermiştir.

Özdemir, 1927 senesinde Gümüşhane’nin Kelkit ilçesinde doğmuştur. 1951’de İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun olarak serbest avukatlığa başlamıştır. 1961 yılında Gümüşhane’den milletvekili seçilerek 1972’ye kadar Gümüşhane’yi milletvekili olarak temsil etmiştir. 1980 yılında Kültür Bakanlığı Müşavirliğine atanmıştır. 1988 yılında Türkiye Kızılay Derneği Genel Merkez Kurulu üyeliğine, üç yıl sonra da Kızılay Genel Başkan vekilliğine seçilmiştir. Evli ve beş çocuk babasıdır. Özdemir elli yılı aşkın bir süredir şiirle uğraşmaktadır. “Hayat Şiiri”, “Yağmur Sonrası”, “Yitik Sevgi”, “Vakit Geçti Yorgunum”, “Zaman ve Aşk” adlı şiir kitapları yayınlanmış ve bazı şiirleri de bestelenmiştir.

Gümüşhaneli Şair Nurettin Özdemir ortaöğreniminin ilk yıllarında Trabzon Lisesi’nde okumuş, daha sonra İstanbul’da Haydarpaşa Lisesi’nden mezun olmuştur. Fakat onun için Trabzon Lisesi’nin yeri bambaşkadır. Kendisiyle yaptığımız ikili konuşmalarda Trabzon Lisesi’ne dair anılarını tek tek anlattı. Çok güçlü bir hafızası var. Gençlik yıllarına ait hatıralarını aktarırken gözlerinin nemlendiğini fark ettim. Şu anda 80 yaşında olan Özdemir, 65 yıl evvelki anılarını kâğıttan okuyormuş gibi sıraladı. Onlarca ismi hâlâ aklında tutabiliyor.

O gün Şair Nurettin Özdemir’le Trabzon Lisesi’ni baştanbaşa dolaştık. Okul Müdürü Ömer Eyüboğlu okul hakkında gerekli bilgileri verdi kendisine. Okulda yapılan yeniliklere hayran kaldı. Sınıfa girip öğrencilerle ayaküstü söyleşti. Onlara hatıralarından bir demet sundu. Öğrencilere nasihatlerde bulundu. Şairlik serüveninden bahsetti. Eski günleri anlatırken gözyaşlarına hâkim olamadı. Öğrencilere yaşadığı dönemin zorluklarını anlatarak şunları söyledi: “Trabzon Lisesi’ni okuduğum zamanlarda yalnızca Trabzon’da lise vardı. Artvin’de lise yoktu, Rize’de lise yoktu, Gümüşhane’de lise yoktu, Erzincan’da, Ordu’da, Giresun’da lise yoktu. Samsun’da vardı, Kastamonu’da, Zonguldak’ta, Trabzon’da vardı. Yani Türkiye’de sadece 18 lise vardı. Bu bölgenin bütün çocukları orada yatılı okuduk.”

Nurettin Özdemir Bey şiirde Ahmet Hamdi Tanpınar’dan çok etkilendiğini anlattı bize. Onunla Haydarpaşa Lisesi’nde karşılaşmış, kendisine uzun bir şiir okumuş, hayranlığını kazanmıştır. Yahya Kemal’i, Necip Fazıl’ı tanımış, sohbet meclislerine iştirak etmiştir. Yabancı şairlerden Rilke’nin tesiri altında kalarak şiirler yazmıştır. Rilke’yi ona tanıtan ve sevdiren de Tanpınar’dır. İstanbul’un tarihi dokusu ve tarihi coğrafyası onu derinden etkilemiştir. O, Türk şiirini çok iyi tanımış, yapıca sağlam eserler vermiştir. Özdemir, gençlik yıllarında Trabzon’da yaşadıklarını hiç unutamıyor. Çıkardıkları Boztepe Dergisi’nden, müdürleri Faik Dranas’tan hatıralar anlatıyor. Özdemir’in diksiyonu çok düzgün, etkileyici konuşuyor. Nezaketiyle tam bir Osmanlı erkeği imajı veriyor. Allah ömrünü uzun eylesin.

Aşk Bağının Bülbülü


M.NİHAT MALKOÇ

Sevgi üzere kurulmuş dünya denen bu gezegen!.. Aslolan da sevgi değil midir zaten. Ariflerin iki kanadından biridir bu asil duygu. O ulvi kanat olmasaydı erenler Allah katında maneviyat zirvesine yükselebilirler miydi? Hakk’a muhatap olabilirler mi?

Sevginin en ileri derecesi olan aşk, Allah dostlarını manevi açıdan asumana yükseltmiştir. Makamdan makama, halden hale taşımış, gönüllerini dalga dalga coşturmuştur. Fakat aşktan kastedilen basit anlamda karşı cinslerin birbirini sevmesi değildir. Hakiki aşk, muhabbetullahtır. Yani bizi yaratan, koruyan ve rızıklandıran Allah’ı katıksız bir sevgiyle sevmektir. Beşerî aşklar da ilâhî aşkların yansımalarından ibarettir.

Öyle veya böyle!... Sevgi sevgidir. Sevmekten kimseye zarar gelmez. Fakat şunu asla unutmamalıyız ki nefsimiz bize hiçbir zaman iyi şeyleri telkin etmez. Aşk, nefisten kaynaklanmaz. Nefisten kaynaklanan şehvetle, gönülden gelen aşkı birbirine karıştırmamak gerekir. Aşk sevdiğine kurban olabilmeyi göze almaktır.

Günümüzde insanlar müzmin bir sevgisizlik hastalığına tutulmuş. En basit bir gerekçeyle kan dökülüyor. Toplumun fertleri patlamaya hazır bir bomba gibi… Pimini çekmek için bir söz yeter de artar da!... Sanki patlamaya hazır bir yanardağ misali insanımız!.... Bana ne deyip geçemeyiz. Çünkü patlayacak volkanın lâvlarından biz de payımıza düşeni alacağız. Zira aynı dağın eteklerinde yaşıyoruz. O kızgın lâvlar bir gün bizi de yakıp kavurabilir. İş o noktaya gelmeden suyumuzu hazırlamalıyız.

Türk dünyasının sembol isimlerinden Yunus Emre’yi insanların gönlünde büyüten aşk ve muhabbet duygusu değil de nedir? Onun en belirgin özelliği aşkı taçlandırmasıdır. O, hayat felsefesini aşk üzerine kurmuştur. Bu onun hem hayatında, hem de şiirlerinde görülür. Zaten bu his sadece şiirlerinde kalsaydı inandırıcı olmazdı. Yaşanılmayan ve yaşatılmayan duyguların tesiri kabil değildir. O, sevgiyi ve muhabbeti bütün hücreleriyle özümsemiş bir halk ve Hak şairidir. Bunu anlamak için şiirlerine ve hayatına bir kez bakmak yeterlidir.

Yunus’ta aşk öyle ileri boyutlara varmıştır ki bu aşk, tutku derecesinde onun kendinden geçmesine, bir başka kimliğe bürünmesine yol açmıştır. Durumunu izah etmeye kelimeler kifayet etmemiştir. O, mevcut durumuna bakarak akıllı mı, divane mi olduğunu anlamakta zorlanmaktadır. Bunu şu mısralarda açıkça görebiliyoruz:

“Ben yürürem yana yana aşk boyadı beni kana
Ne âkilem ne divane gel gör beni aşk n’eyledi.”

Daha evvel belirttiğimiz gibi Yunus’un aşkı ilâhîdir. Onun sevgisini hümanizmle ve mecazi aşklarla ifade edemeyiz. Bu demek değildir ki Yunus insanları sevmiyor. O, Allah’ın dünyadaki halifesi makamındaki insanları elbette seviyor; fakat insanı kul makamından çıkarıp kutsal bir unsur olarak görüp putlaştırmıyor. Onda esas olan Allah sevgisidir. Hümanizm Yunus’u ifade etmekte yetersiz bir kavramdır. Yunus’ta esas olan Hakk’a ve hakikate yakın olmaktır. Bunu şu beyitte tüm açıklığıyla görebiliriz:

“Âşık Yunus seni ister, lütfeyle cemalin göster Cemalin gören âşıklar, ebedi ölmez Allah’ım!”

Yunus’un kitabında kan, kin ve nefret kavramları yazmaz. Onun yerine sevgi, aşk ve hoşgörü bulunur. Günümüz insanının teknoloji alanında harikulâde buluşlara imza atması önemli olmakla birlikte yeterli değildir. İnsanın manevî dünyasının viraneye çevrilmesinin önlenmesi daha öncelikli bir husustur onun için!…Kişi kendi iç dünyasını imar etmedikten sonra göğün yedi katını keşfetse ne mana ifade eder ki?... Bizi mutlu kılacak unsur, iç dinamiklerimizi dengeye oturtarak dünyayla ahireti paralel olarak tanzim etmektir. Aksi halde iç huzuru yakalamamız mümkün değildir. Asr-ı Saadet’teki insanlar onca zorluklara ve imkânsızlıklara rağmen manevî hayatlarını göz ardı etmedikleri için bizlerden çok daha mutluydular. Demek ki maddiyat tek başına huzuru sağlamıyor. Tek kanatla uçulmuyor.

Yunus, Hakk’a yaklaştıkça halk da ona yaklaşmıştır. İç huzuru, Allah sevgisinin en ileri derecesi olan muhabbetullahta bulan Yunus’un, herkes tarafından sevilip yüceltilmesinin esas sebebi, ölmeyen duyguları ruhuna nakşedip, hayatını ona göre yönlendirmesidir. Onun bu hususiyetlerini tiyatrocu ve şair Semih Sergen bir şiirinde veciz bir üslûpla dile getiriyor:

“Yunus insan demektir: Yunus sevgi, Yunus halk. Yunus vatan demektir: Yunus yurt, Yunus toprak. Yunus Türkçe demektir: Türkçe ak, Türkçe bayrak. Dertli Yunus, han Yunus, derviş Yunus, can Yunus.”