26 Ağustos 2008 Salı

Düşüncenin Yüzakı: Ömer Öztürkmen

M.NİHAT MALKOÇ

Düşüncelerimiz okuduğumuz yazarların fikir kırıntılarının zihnimizde kalan gölgeleridir. İnsan zihni, doğduğunda bembeyaz bir kâğıt gibidir. Bu temiz ve beyaz kâğıt zamanla yaşadığımız hadiselerin, okuduğumuz kitapların rengine bürünür. Gün gelir ki bizler de bir fikir sahibi oluruz. Yollardan yol beğeniriz kendimize. Bunda kişinin mizacının tesiri olsa da, özellikle gençlik yıllarında okuduklarının etkisi de çoktur. Bizler de gençlik yıllarımızda çok okuduk. Boş bir levha olan zihnimiz zamanla renklendi ve şekillendi. Önce bilgi sahibi, sonra da fikir sahibi olduk. Fikir sahibi olmamızda tesiri olan yazarlar çoktur. Bunlardan birisi de hayata Müslümanca bakan ve her satırında bu bakışın izleri hissedilen Ömer Öztürkmen’dir. Onun kitapları ve gazete yazıları dağarcığımızı beslemiştir.

Kerküklü şair Mehmet Rasih Bey’in oğlu olan Ömer Öztürkmen 1929 senesinde İstanbul’da doğmuş bir büyüğümüzdür. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nden mezun olan gazeteci, yazar ve düşünce adamı Öztürkmen, Türkiye’nin nerdeyse bir asrına şahit olmuştur. Yeni İstanbul ve Tercüman gazetelerinde yazı işleri müdürlüğü yapmıştır. Ortadoğu gazetesinin de kurucularındandır kendisi. Anadolu Ajansı’nın Beyrut muhabirliğini yapmıştır. 1965 yılında Adalet Partisi’nden Bursa milletvekili olarak Millet Meclisine girmiştir.

Ömer Öztürkmen, bir yanı Kerkük’te kalan, Türk kültürüne ve edebiyatına âşıklık derecesinde bağlı olan bir düşünce adamıdır. Yazı hayatına çok erken, henüz lise yıllarında başlamıştır. Şiirlerinde, yüreğini bıraktığı Kerkük’ün doyumsuz sevgisini dile getirmiştir. İlk şiirlerini “Kerkük” adını verdiği kitapta toplamıştır. 1975 yılında bastırdığı; “Taşkent’te Sabah Namazı” adlı kitabındaki şiirler onun yetişkinlik çağı, diğer tabirle ustalık dönemi şiirleridir. 1950’de “Tanrıdağı” dergisini çıkarmıştır. “Karakedi” mizah dergisinin, “İnsan ve Kâinat” adlı bilim dergisinin editörlüğünü yapmıştır. Geçmiş yıllarda basın suçundan iki ay hapishanede yatmıştır. 1982’de ilk adımını attığı Türkiye gazetesinde 26 yıldan beri kalem oynatmaktadır. Güncel ve siyasî meselelere özgün bakış açılarıyla kendine özgü yorumlar getirmektedir. Yılların getirdiği tecrübelerini okuyucularıyla paylaşmaktadır.

Gazeteci, şair ve yazar Ömer Öztürkmen’in denemeleri de çok kıymetlidir. “Gözyaşı Medeniyeti”, “Zihniyet İnkılâbı”, “Bilimden Damlalar”, “Karıncalardan Özür Dilerim”, “Geleceğin Eşiğinde” deneme kitaplarından bazılarıdır. Onun kaleme aldığı “Malazgirt Marşı” şair Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu’ndan sonra bu alanda yazılmış dikkate değer şiirlerden biridir. Ondan bir dörtlüğü dikkatinize sunmak istiyorum:

“Bir Cuma sabahı, Allah’a karşı Malazgirt’te elli dört bin er Söylemişler en güzel marşı
Allahu ekber, Allahu ekber...”

Gazeteci-Yazar Ömer Öztürkmen, bu topraklarda yetişen, bu ülkenin ekmeğini yiyen ve berrak suyunu içen bir insan olarak daima yerli(millî) düşüncenin savunuculuğunu yapmıştır. Bu milletin değerlerine ters düşen açıklamalar yapmamıştır. İnananların sesi olmuştur. Önceki sözlerini daha sonra inkâr edip çark etmemiştir. Onun içindir ki daima güvenilen, sevilen bir insan olarak mevcut itibarına itibar katmıştır. Onun, hep güncel kalan bir mesele olan başörtüsüyle ilgili nefis bir değerlendirmesini sizlere sunarak sözlerimi tamamlamak istiyorum. Allah bu güzel kaleme uzun yıllar daha yazma imkânı nasip eylesin:

“Eğer bir toplum otuz yıldır bir başörtüsü, bir türban konusunu durmadan tartışıyor, tartışıyor, tartışıyor ve bir sonuca varamıyorsa, üstelik konuyu toplum katlarında bir kavgaya, hadi kavga demeyelim, bir ihtilafa dönüştürüyor da bir çözüm bulamıyorsa o toplumun aydın kesiminde psikolojik bir problem var demektir. Koca koca insanlar, iri yarı, bilim ve sanat adamları işi gücü bırakmış, milletin türbanıyla, başörtüsüyle, ölüm kalım savaşı verir hale gelmişse vahim bir durum var demektir. (Türkiye Gazetesi–18 Ocak 2008 Cuma)

21 Ağustos 2008 Perşembe

Ömer Lütfi Mete'nin Zor Zamanları


M.NİHAT MALKOÇ

Karadeniz’in hırçın çocuğudur gazeteci-yazar-senarist Ömer Lütfi Mete… Rizelidir kendisi. Karadeniz coğrafyasının harbiliği, hasbiliği ve hırçınlığı onun hücrelerine sinmiştir. Müslüman-Türk inancının ve örfünün ilk nüvelerini çocukluk yıllarında almıştır. Kur’an Kursu eğitiminden geçtikten sonra liseyi memleketi Rize’de bitirmiş, ardından okumak için İstanbul’a yelken açmıştır. Orada İktisat Fakültesi’nde başlayan yükseköğrenimi Eğitim Enstitüsü’nde son bulmuştur. Kısa bir süre memleketi Rize’de edebiyat öğretmenliği yapmıştır. Babıâli’de Sabah, Bizim Anadolu, Tercüman, Türkiye, Yeni Haber, Ortadoğu, Yeni Şafak, Ayyıldız, Yeni Binyıl, Sabah gazetelerinde editör, yönetici ve yazar kimliğiyle basınımıza hizmet etmiştir. Kalemini Türklük, Müslümanlık ve insanlık davasına adamıştır.

Tutarlı ve onurlu bir kalem olan Ömer Lütfi Mete pek çok eser vermiştir kültür dünyamıza. Gülce (şiir), Çığlığın Ardı Çığlık, Yerden Göğe Kadar, Asker ile Cemre, Çizme (roman), Derin Millet Manifestosu (Köşe Yazılarından Seçmeler), Hacıyağı ile Parfüm Arasında (Deneme), Balonya Tüneli, İtfaiye Yanıyor (Kara Mizah) bu eserlerden bazılarıdır. Bunların yanında izleyici tarafından beğenilen “Çizme, Gülün Bittiği Yer, Bizim Yunus, T.H.E İMAM” gibi sinema filmlerinin senaryosu da onun kaleminden çıkmıştır. Herkesi ekranlara çeken Deliyürek dizisinin senaryosunu Ömer Lütfi Mete’nin yazdığını bilmeyenler az değildir. Ya Kurtlar Vadisi adlı diziye ve sinema versiyonlarına olan katkıları… Bunları pek az insan bilir. “Bizim Ev, Evlere Şenlik, Ortaklar, Avcı, Hayat Bağları, AGA, Çanakkale Destanı (Belgesel Drama) onun kaleminden çıkan diğer kıymetli dizi senaryolarıdır. “Köstekli Saat, Ayrı Dünyalar, Veysel Karanî, Ahmet Bedevi” TV filmleri de onun maharetli kaleminin değerli ürünleridir. Ya gazetelerde kaleme aldığı birbirinden kıymetli köşe yazıları…

Hayatına ayna tutmaya çalıştığım Ömer Lütfi Mete, bugünlerde hayatının en zor zamanlarını yaşıyor. Sağın yaşayan güçlü kalemlerinden Ömer Lütfi Mete, Sakarya’da geçirdiği kalp krizi sonrasında hastanelerde tedavi süreci başladı. Bugüne kadar tedavilere pek cevap vermedi. Fakat son zamanlarda kendisinde umut pırıltıları görüldüğü söyleniyor.

Bizler Ömer Lütfi Mete’nin yazılarıyla büyüdük. Onun asil ve dik duruşu bizlere örnek teşkil etti. Şeytanın mesaisini artırdığı bu zamanda O, hep meleklerin yanında Hakk’a ve hakikate omuz verdi. Yazılarında gerçeklerin nabzını tuttu. Hayata İslam’ın gözlüğüyle baktı. Dünyayı idrak etmede kullandığı ölçüler hep Kur’anî ve imanîydi. İnşallah iyileşir ve aramıza dönerse bundan sonra da öyle olacağına olan kanaatim sonsuzdur.

Ömer Lütfi Mete sermayenin yanında değil, gerçeklerin aydınlığında bulunmayı onur saydı kendine. Sermayenin düdüğünün öttüğü gazetelerde yazarken bile yağdanlık olmadı hiç… Doğru bildiği yoldan asla ayrılmadı. Geçen zaman onun düşüncelerini solduramadı. Liberalizmi özgür düşüncenin en büyük düşmanı saydı. Milliyetçi-muhafazakâr düşüncenin sözcülüğünü yapan Mete, İslamî ve insanî hassasiyetleri gelişmiş bir insandır.

Ömer Lütfi Mete’nin futbola da yakın bir alakası vardır. Futbol yorumları yerinde ve tutarlıdır. Yorumlarında taraftarlık yönünü bir kenara bırakarak ciddi analizler yaparak futbola ayrı bir pencereden bakar. Fakat bu işi becerse de ben bir edebiyatçıya futbolla bu kadar içli dışlı olmayı yakıştıramıyorum. Buna değerli hikâyeci Mustafa Kutlu’yu da dâhil ediyorum.

Son yıllarda Ömer Lütfi Mete’nin siyasetin içine daha çok girdiğini, bu alanda kalem oynattığını, hatta kitap çapında eserler kaleme aldığını görüyoruz. Onun araştırmacı-yazarlık sahasında da çok başarılı çalışmalarını görsek de ona edebî eserler daha çok yakışıyor.

Ömer Lütfi Mete, sevenlerinin dualarıyla ve Rabbimizin “Şafi” sıfatının tecellisiyle yaşayacak ve bundan sonra da şeytana ve şeytan suretlilere taş atmaya devam edecektir. Onu bu zor zamanlarında dualarımızla destekleyelim. Zira bu durumda duadan başka elimizden gelecek bir şey de yoktur. Mete; Türk basınında ve son dönem edebiyatımızda üslup sahibi bir yazardır. Ondan sağlığına kavuştuktan sonra yeni eserler bekleyeceğiz. Aramıza dön artık…

10 Ağustos 2008 Pazar

Yurdunu Kaybeden Adam: Cengiz Dağcı



M.NİHAT MALKOÇ

Bugün dünyanın pek çok yerinde Türk kökenli insan yaşamaktadır. Bunların bir kısmı belli bir devlet teşkilâtına sahipken, bir kısmı da topluluk hâlindedir. Bir zamanlar kendilerine ait müstakil bir vatanı olan Kırımlılar, günümüzde ancak bir topluluk hâlinde varlıklarını sürdürebilmektedirler. Yıllardır acılar içinde adeta sürgün hayatı yaşayan bu insanlar, hâlâ Türklüklerini muhafaza etmektedirler. Kırımlılar acılarla dost yaşamaya çoktan alışmış.


Bilindiği gibi Sovyetler Birliği, İkinci Dünya Savaşı'na katılarak mevcut sıkıntılarına yenilerini eklemişi. Kuşkucu bir millet olan Ruslar, hiçbir zaman Türkler'e güvenmiyorlardı. Bu nedenle Türk kökenli topluluklara daima şüpheyle bakmışlardır. Ruslar, Türk kökenli insanlara daima zulüm yapmışlar. İkinci Dünya Savaşı esnasında, güvenmedikleri Türkler'i yerlerinden, yurtlarından kopararak sürgüne göndermişlerdir. Onların sözde muhtemel bir düşman ittifakı planını, akıllarınca ortadan kaldırmışlardır. Bir kısım topluluklar tekrar memleketlerine döndüler. Fakat Kırımlılar'a bu hak verilmedi. Güvendikleri Kırımlılar'ı İkinci Dünya Savaşı sırasında kendi saflarına alıp, düşmana karşı bir kalkan gibi kullandılar. Bunlar arasında Kırımlı meşhur romancı ve hikâyeci Cengiz Dağcı da vardı.

Cengiz Dağcı, İkinci Dünya Savaşı başladığında Rus ordusuna alınarak belli bir süre eğitilmiş; daha sonra teğmen rütbesiyle savaşa iştirak etmek zorunda kalmıştır. Oysa O ve onun gibi pek çok Kırımlı, savaştan evvel insan yerine bile konulmuyordu. Onun çocukluğu kıtlıklar, zelzeleler ve Rus milislerinin korkusuyla geçmiştir. Babası Emir Hüseyin, elindeki tarlayı ekip biçerek geçiniyordu. Fakat daha sonra tarlaları da ellerinden zorla alınmıştır. Bu sefer kendi toprakları üzerinde ırgat olarak çalışmak durumunda kalmışlardır. Ruslar bir gün Cengiz Dağcı'nın bütün sülâlesini alıp götürmüştür. Kendisi ve annesi yedi kardeşiyle beraber ortada kalmışlar. Açlık ve sefalet yılları başlamış onlar için… Çok şükür ki babası, bir yıl hapis tutulduktan sonra salıverilmiştir. Bundan sonrası da kıtlıklar içinde geçmiş. Karınları doymamış hiçbir zaman… Yarı aç, yarı tok, yarı çıplak yaşamışlar uzun yıllar boyunca.

Bütün yoklukları ve sefaletleri yaşamış olan Cengiz Dağcı, yıllardır zulüm gördüğü Ruslar'ın yanında Almanlar'a ve onun gibi pek çok devlete karşı savaşmak zorunda kalmıştır. Bu onun iradesi dışında gerçekleşmiş bir durumdu şüphesiz… Savaş sırasında Almanlar'a esir düşmüş. Bu sefer de kendisi için Alman esir kamplarında zulüm ve işkenceler başlamıştır. Almanlar uyanık davranarak Türkler'den oluşan esirleri, Ruslar'a karşı savaştırmıştır. Almanlar 1941 yılında Kırım'ı işgal etmişlerdir. Almanlar, Kırımlılar'a, Ruslar'a nazaran daha iyi davranmışlardır. Onları, Ruslara karşı oluşturdukları orduda hazır güç olarak kullanmışlardır. Fakat Kırım 1944'te tekrar Ruslar'ın eline geçmiştir. Bu sefer Kırım Türkleri'ne karşı büyük bir soykırım başlatan Ruslar, onları hayvan katarlarına bindirerek aylar süren uzun yolculuklardan sonra yurtlarından ayırmışlardır. İşkence etmişler onlara.

Esir kamplarından sağ salim kurtulan Cengiz Dağcı, önce Polonya'ya, oradan da İngiltere'nin Londra şehrine geçmiştir. Hâlâ burada yaşamaktadır. Yaşı sekseni bulmuş bu insan, ömrü boyunca yurdundan ayrı kalmanın acısını ta iliklerinde hissetmiştir. Onlarca romanında, kendisinin de bir mensubu olduğu Kırımlılar'ın çektiği acıları anlatmıştır. Aslında romanlarındaki başkahraman hep kendisidir. Çünkü O, hadiseleri uzaktan seyretmemiş, aksine içine girerek tecrübe etmiştir. Yazdığı "Korkunç Yıllar, Yurdunu Kaybeden Adam, Onlar da İnsandı, O Topraklar Bizimdi, Badem Dalına Asılı Bebekler, Ölüm ve Korku Günleri…" vb. eserlerde hep Kırımlılar'ın dramına tercüman olmuştur. Eserleri ve kendiyle ilgili olarak yaptığı şu değerlendirme, Onun bizden biri olduğunu gösteriyor: "Elhamdülillah Türk'üm, Müslümanım ve bu notlarımda(eserlerimde) yazdığımın hepsinin hakikat olduğuna yemin ederim." Bu ifadeler de gösteriyor ki Cengiz Dağcı yaşadıklarını roman türünde yazarak okuyucusuyla paylaşan realist(gerçekçi) bir romancıdır. Onu ısrarla okumalıyız. Çünkü onu okursak bağımsızlığın kıymetini daha iyi anlar, Rusların gerçek yüzünü görürüz.